Sosyal devlet ve sosyal politika zavallılaşırken demokrasinin zavallılaşması da kaçınılamaz diye yazmıştım geçen yazıda. AKP’nin sosyal devlet ve sosyal politika anlayışına değinerek, devam edeyim.

Bir kere AKP’nin sosyal devletten, bir yanda muhafazakar bir anlayışla ezelden beri var olagelen yardım ahlakını, öte yanda iberal bir anlayışla en zora düşen, en arda kalanlara yönelik bir  yardım sorumluluğunu anladıkları açık. Toplumsal eşitliği geliştirmek gibi bir dertleri olmadığı meydanda. Neden mi?

Sosyal devlet toplumsal dengeleri sağlamak adına ekonomiye üretim açısından değilse de bölüşüm açısından müdahale etmek durumundadır. Vergi politikası da bunların başında gelir; vergileme anlayışı da doğrudan vergilere dayanır.

Türkiye’de ise, vergi geliri içinde dolaylı vergilerin payı % 68’e çıkmış durumda. Yani Türkiye kazanmıyor, ama harcıyor. Her yıl verginin nasıl kaçırıldığına ilişkin çarşaf çarşaf haberler yayınlanır. Devlet de gerçeği bilir, ama toplayamadığı doğrudan vergiyi, en azından bir kısmını aflarla toplamaktan öteye gidemez. Maliye Bakanlığı yaptığı incelemelerden, tahakkuk etmesi gerekenle tahakkuk eden Katma Değer Vergisi (KDV) açısından bile 2009 yılında % 28 oranında bir kayıtdışılık bulunduğunu açıklıyor; ama nedenini ekonomik krize bağlayarak mazeret aramaktan da geri durmuyor. İyi de,  krizlerden önce durmadan yenilenen vergi aflarının kayıtdışı çalışmayı ödüllendirdiğini bilmiyorlar mı?

Sonra da sosyal devlet!  

Toplayamadığı kaynakları borçla döndüremeyeceği de anlaşıldığından, -buna dünya sistemi izin vermez-ne yapacak? Bir yandan özelleştirme ile kamunun malları satılır, öte yandan işsizlik fonu gibi fonlardan hazineye para aktarılır. Örneğin İşsizlik Fonu’ndan kurulduğu tarihten buyana birken 13  milyar dolayında paranın, 3 milyarı biraz geçen kısmı işsizlere ödenirken, 10 milyara yakın kısmının hazineye aktarıldığıni görürüz. Oysa biriken para ile fon kapsamı genişleyebilir veya fondan yapılan ödemeler iyileşebilirdi.

Yine de hazineye giren gelirin iktidardan beklentileri yükselen kesimleri doyuramayacağı gibi, artan nüfusa, büyüyen toplumsal sorunlara yanıt olamayacağı açıktır. Çare nerede diye bakılır. Çare, kamu harcamaları, -ki bundan kamunun sosyal harcamalarını anlamak gerek-kısılmasında. Nasıl kısılacağı da belli.

Bir yandan eğitim, sağlık, konut gibi kamudan beklenen hizmetler piyasaya aktarılacak ve böylece harcamalar kısılırken piyasanın büyümesi  sağlanacaktır. Bir taşla iki kuş!  Öte yandan, sürdürülmek zorunda bulunulan kamu hizmetlerinde sözleşmeli, geçici personel gibi standart çalıştırma dışına çıkılacak ve taşeronlara iş verme gibi yöntemler uygulanacaktır. Buyurun, eğitimden sağlığa, oradan sosyal hizmetlere uzanan hizmetlerde artan sözleşmeli personel ve taşeron uygulamasına.  Bunu yaparken, yalnız çalışanının mağdur edilmesi değil, verilen hizmetin kalitesinin düşmesiyle hizmet alıcının da, yani vatandaşın da  mağdur edilmesi gibi gibi sorunlar var; ama kime ne!

Bir de sosyal devlet; öyle mi!

Tabii, bu kadar açık bir gerçeğin saklanması, üstünün örtülmesine de ihtiyaç var.  Ne de olsa demokrasi deniyor, meydanlara çıkıp oy isteniyor. Onu da iktidar, iş dünyası ve medya el birliğiyle halledeceklerdir.

Yani işsizlik, yoksulluk, gelir adaletsizliği gibi sorunlar  “kader” olarak kabullenilecek, ekonomik politikaların bir türevi oldukları gerçeği örtülecektir. Böylece, sosyal sorunlar kişilerin sorunu haline getirilirken, devletin de müşfik elinin bu sorunlara uzandığı algısı yaratılacaktır.

Bir de Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı gibi bir bakanlık oluşturdun mu, sosyal politikayı ciddiye aldığından kim kuşkulanabilir?

Oysa bu bakanlığın sosyal politika değil, sosyal hizmet ve sosyal yardım bakanlığı bile olamayacağı ortada. Yalnız devletin en geride kalana yaptığı yardımın sadaka benzeri olmaktan, çocuktan kadına, yaşlıdan engelliye uzanan sosyal hizmetin de bir avuç insandan öteye geçemememsi de değil sorun. Bunca yetersiz sosyal hizmetin piyasaya ve ailelere bırakılması yolunda çalışmalar da var. Sanki piyasanın kardan başka bir şey düşünmesi mümkün! Sanki zaten sosyal yardım ve hizmete muhtaç ailelerin bunu kaldıracak güçleri var!

Bu mu sosyal devlet!

İşte bu nedenle, demokrasi isteseler de bu ülkedeki güç dengesizliğine aldırmayan, siyasetin güç ilişkileri olduğunu bildikleri halde bunu dert etmeyen “demokrat erkanın” vebali büyük diyorum. Birakınız sosyal eşitsizliklerin vahametini, güç ilişkileri bu kadar eşitsiz olduğunda siyasetten demokrasi çıkmayacağını, olsa olsa aksak bir demokrasi olacağını bilmemeleri düşünülemezdi; ama  konuşmadılar.

Seçimleri, parlamentoyu övdüler hep. Ama bu ülkede emekçinin, yoksul çiftçinin, topraksız köylünün, gariban kadının temsilcisi var mı diye sormadılar. 30 lira yevmiye ile çalışmak üzere çoluk çocuk, yorgan döşek yollara düşen aileler, topraklarını ve sularını korumak üzere nöbet tutan köylüler, şiddetin ve güvensizliğin sarmalında yaşayan çocuklar, yoksulluğun ve güvencesizliğin ezikliğinde kıvranan kadın ve erkeklerin temsilcisi var mı diye sormadıkları gibi.

Demokratikleşmeydi dertleri; şeffaflık istiyorlardı, hesap verilebilirlik diyorlardı. Ama sosyo-ekonomik sorunların kendi başlarına değil siyasal ekonominin bir sonucu olduğunu söylemek şeffaflık gereği olmuyordu. Banka, faiz, para, borsa, maliye politikası gibi ekonomiden konuşmayı seviyorlardı. Ama siyasetin gerisinde  ekonomik güçler var dedin mi  arkasından “ekonomizm” teşhisi geliyordu. Hastalıktı bunlar, ya da geride kalmışlık; kaçınmalıydılar.

Bu ülkede bu kadar güç dengesizliği olmayıp da gerçek bir demokrasi yaratılabilseydi,  hiç bir iktidarın sosyal yardım diye sadaka dağıtmakla övünemeyeceğini, aksine sosyo-ekonomik sorunları önleyemeyen iktidarın başarısız bulunup yerilmesi gerektiğini de biliyorlardı, ama tercihleri bilmezlikten yanaydı. 

Dünyayı yorumlarken de, yalana dönmüş gerçekliklerden söz etmektan kaçınmadılar. Küresel politikalardan ulusal politikalara uzanan dünya sisteminin ve liberal anlayışın, siyaset ve demokrasi havarisi görünürken aslında siyaseti ve demokrasiyi baltaladığı gerçeğinin görüp konuşmamaları gibi.

Örneğin birçok ülkede toplumsal değer araştırmaları bizimkine benzer sonuçlar ortaya çıkarıyor; yani bazı sonuçlar ulusal değil, küresel nitelikte. Siyasetin işlev kaybı, demokrasiye güvensizlik bunların başında gelmekte.  Ülkemizin “demokrat erkanı” ise, örneğin Avrupa’daki İslam korkusunu, yabancı düşmanlığını  konuşuyor ama bu korkuyu bileyen siyasetin işlevsizleşmesi ile küresel kapitalizmin korkutucu gerçeğinden söz etmeyi istemiyor.

 Artan ekonomik krizlerin, işsizlik gibi büyüyen sosyo-ekonomik sorunların, gerileyen sosyal devletin, kendi başına bırakılan bireyin artan korku ve düşmanlıktaki payı nedir diye sormayı da düşünmüyor. Bir zamanlar ulus devlet geriledi diye konuşurken, gerçekte ulus devletin değil, ulusal siyasetin ve ulus düzeyinde kullanılan demokratik hakların gerilediğini konuşmayı unutması gibi, şimdi de bunları unutmakta.

Bunun gibi,  toplumsal değerlerin oluşumunda dış dünyadan ulusal düzeye uzanan kültürel hegemonyanın payını da görmezlikten gelmeyi seçiyor. Milliyetçilik,  dindarlık ve hoşgörüsüzlük her yerde yükselirken, bu yükselişte dünyayı paylaşmayı sürdüren hegemonik güçler, onların yol açtığı hırs ve tamah, dayattıkları kapitalist mantık ve işini bilenlerin kazandıkları yarışçı toplumun payı da büyük, ama söz etmeye gerek duyulmuyor.

Oysa bir geçek giderek su yüzüne çıkmakta; böyle bir dünyada gemisini kurtaran kaptan mantığından başka bir değere yer yok.

Ama bu toplumsal ve küresel değerler hüküm sürdükçe, hiç bir ülke ve dünya için demokrasi ve onun alt yapısını hazırlayan eşitlik, özgürlük ve adalet, farklılıklarla birlikte yaşama, başkalarına karşı duyarlılık ve  dayanışma gibi insanı ve insanlığı bütünleştirici değerlere de yer yok.

Birçok düşünürün korkusu da bu; buradan iyi bir şeylere varılamayacağını düşünüyorlar, ki haklılar.