Sermaye için kaynak arayışı, elini uzattığı yerlerde yurttaşların su hakkı, barınma hakkı hatta yaşama hakkına bir tehdit haline geldi. Bu noktada bir çeşit ‘rıza üretilmesi’ gerekti.

Toplumsal hafızamızda çevre direnişleri
Cengiz İnşaat'ın Rize’nin İkizdere ilçesindeki İşkencedere Vadisi’nde işlettiği taş ocağına karşı yöre halkı direnmişti.

SEVİLCAN BAŞAK ÜNAL

Ülke tarihinin son yirmi yılı, toplumsal hafızamızda sayısız çevre mücadelesinin izlerini bıraktı. Bu mücadeleler, hem yurdun dört bir yanına dağılmaları hem de yaratılan kent ve çevre yıkımına karşı ayağa kalkan yöre insanı için bir var olma sorununa dönüşmeleriyle, toplumsal muhalefetin önemli unsurları haline geldiler.


Türkiye’de 1980’lerde başlayan devlet eliyle doğanın talanı süreci, bu yıllarda sermaye ile hükümet ortaklığının ürettiği vahşi politikalar ve otoritenin aygıtlarıyla sistematik bir yıkım biçimini kazandı.

Ülkeyi bugünkü noktaya getiren bu sistematik yıkım örneklerindeki benzer senaryolar, ilk olarak neoliberal sermayenin rant peşinde koşarken bir alanı işaret etmesiyle başlıyor. Bu alanlar kimi kez doğal su kaynakları, kimi kez ormanlar, kıyı şeritleri, ya da kentin tarihi yapıları veya gecekondu bölgeleri oldu. Belirlenen alanda yıkım sürecinin önünü açabilmek için özelleştirmelere, mevcut yasal düzenlemelerin kaldırılmasına veya yeni yasal düzenlemelere ihtiyaç duyuldu. Bunun yetmediği yerlerde denetim mekanizmaları kaldırıldı veya düpedüz keyfi uygulamalara geçildi.

Sermaye için kaynak arayışı, elini uzattığı yerlerde yurttaşların su hakkı, barınma hakkı hatta yaşama hakkına bir tehdit haline geldi. Bu noktada bir çeşit ‘rıza üretilmesi’ gerekti. Bu rıza üretimi, ekonomik büyüme söyleminin hanelere en kolay sirayet ettiği yerden, yani istihdam hayalinden sağlandı. Yoksul kesimlere iş sahibi olma ve orta sınıflara kalkınmışlık vaadi verilerek toplumsal muhalefet engellenmeye çalışıldı. Bunun yeterli olmadığı veya daha sempatik bir algıya ihtiyaç duyulduğu anlarda ise ‘zarar vermeme ya da zararı telafi etme’ söylemi üzerinden kurgulanan ‘doğayla barışık yapılaşma, sosyal sorumluluk projeleri, dev ağaçlandırma çalışmaları’ gibi örnekler ileri sürüldü. Haklı ve güçlü toplumsal muhalefetin devam ettiği noktada ise yurttaşı zorla yerinden etmekten çekinilmedi. Sonu biber gazlarıyla, gözaltılarla, davalarla ve keyfi cezalandırmalarla biten süreçlerde yöre halkı ya yerinden edildi ya da iş birliği yapmaya mahkûm bırakıldı.

Yerel mücadelelerin temelinde, yıkımdan etkilenen halkın yaşam koşullarından doğan bir var olma mücadelesi yattığı açık. Sert caydırma yöntemlerine rağmen mücadelenin devam etmesi de kaynağını buradan alıyor. Bu insanların yalnızca evleri değil, üretim yaptıkları toprak ya da su kaynakları da ellerinden alınırken, ödedikleri görünmeyen bedel ise kaybettikleri sağlıkları oldu. ‘Orada’ yaşamanın ya da çalışmanın doğal bir sonucu ‘o hastalığa yakalanmak’ ya da ‘o nedenle ölmek’ olarak normalleştirildi.

Kentte ve kırda yapılan yıkımlara karşı sürdürülen mücadelenin nöbetlerle yapılması aslında tüm bu tabloyu özetler nitelikte. Doğası ve yaşam hakkı için, sistematik yıkıma karşı “nöbet” tutan, gelecek olan tehdide karşı “hazır bekleyen” halk ve sermayenin talanı için yolu temizleyen otoriter güç karşı karşıya dikildi. Bu sistemli yıkımın sonu, ülkenin yabancı sermayenin taşeronluğunu yapan yerli şirketlerin hızla yok edeceği, tüketip kazancını sağlayarak bir sonrakine geçeceği bir hammadde ve atık denizine dönüştürülmesi oldu.

Bugün iklim krizi karşısında girdiği çıkmazı yeni düzen politikaları ve yeşil yıkama yoluyla kendine yeni pazarlar açarak çözmeye çalışan küresel kapitalist düzenin, derin bir ekonomik krizle sarmalanan ülkeye etkileri de açık. İçeride yaşadığı krizi dışarıda gördüğü yöntemlerle çözmeye çalışan yönetim, yeni rant kapıları için yeni ekolojik yıkım alanlarını hızla açıyor ve işletiyor. İklim krizi, bu yıkımın sonuçlarına karşı oluşan toplumsal muhalefete karşı, yaşanan çevre felaketleri için suçlanacak bir kılıf olarak da işe yarıyor.

Devşirme yeşil söylemler stratejik planlarda hızla yer alırken, yeni bir pazara dönüşen çevre koruma projeleri ve yandaş sivil toplum unsurları eliyle yayılan yeşil propaganda da hızla başladı ve sürüyor. İklim krizinin tüm insanlığın etkilendiği ortak bir sorun olduğu görüşüyle hem asıl yükü çeken ve bedeli ödeyen emek kesimlerinin üstü örtülüyor hem de tüm bireyler sorunun karşısında ‘sorumlu’ kılınıyor. Bireye yönelen okların, kimin ne kadar ‘fedakârlık yaptığı’ ya da ne kadar ‘uyum sağladığı’ üzerine kurgulanan çerçevenin yerel ve toplumsal muhalefeti parçalamak için ne kadar yerinde bir hareket olduğu açık.

Yeni yeşil düzenlerin getirdiği piyasa dağılımlarının, özellikle kirletmenin ve kullanmanın bedeli üzerinden yapılan hesaplamalarla yeni ekonomik alanlar açacağı tartışılıyor. Şüphesiz ki yeşilleşen kapitalizm, ülkede çevre talanı ve doğanın metalaştırılmasına yeni görünümler kazandıracak. Toplumsal muhalefetin bu sefer ‘küresel bir krizin’ dönüştürdüğü sermayenin ülkedeki yeni senaryolarına karşı da mücadelesini sürdürmesi gerekecek. Çevreci ve yeşil görünen yıkım projelerine karşı da tetikte olmak ve açıktan talanlara gösterilen tepkilerin gösterilmesi gerekecek. İşsizlik, yoksulluk ve açlık kıskacında boğulan halka bir çözüm yolu olarak gösterilecek bu projelere karşı, sömürü düzenine karşı topyekûn bir direnişin önemli bir parçası olarak direnmeye devam etmek gerekecek.

Ülkenin dört bir yanında sürdürülen çevre mücadeleleri, toplumsal hafızamızda bu yerel mücadelelerle elde edilen kazanımlar ve öğrenilen mücadele pratikleri ile de yer aldı. Bu örneklerde, çevre ve ekoloji mücadelesinin emek ve sınıf mücadelesinden ayrı düşünülemeyeceği, çevre krizlerinin sömürü düzeninin bir uzantısı olduğu tekrarlayan biçimlerde görüldü. Doğanın talanı, emek sömürüsünün farklı görünümlerinden ve yöntemlerinden biri olarak sayısız örneğiyle ülke tarihimizde yerini aldı. Bugün gelinen noktada, ‘krizler çağı’ diye adlandırılan sürecin eşiğindeyken, kar sahiplerinin yoğunlaşan, hızlanan ve yeşillenen yöntemlerine karşı çevre mücadeleleri bu birikimin öğrettikleriyle birlikte sürmelidir ve şüphesiz ki sürecektir. Ülke tarihimize toplumsal muhalefetin en çok yoğunlaştığı anlar olarak geçen çevre direnişleri, yerelde ve ülke çapında halkın yaşama hakkından aldığı güçle devam edecektir.