Seray Şahiner son kitabı Ülker Abla’da, okurlarının daha önce Antabus romanından tanıdığı Ülker Abla karakteriyle yeniden buluştuk. Biz de yazarıyla hem Ülker Abla’yı hem Seray Şahiner’i konuştuk.

Toplumsal rollerinden sıyrılarak mı özgürleşir insan?

DENİZ ZEKA-MELTEM SEZEN KILIÇ

Babaevinde babasının kızı, kocaevinde kocasının karısı, oğlunun yanında onun annesi olmaktan yorulan Ülker Abla sadece Ülker olmak istedi. Hiçbir mekânda kendine ait bir oda bulamadı ama kendine ait bir refakatçi koltuğunda kendi olabildi.

Ülker Abla, Çiğdem gibi kadınlar hasta değiller, asıl hasta olan kocaları vasfında toplum. Kocasından kaçtığında Ülker Abla’yı neden hastaneye sığındırdınız?
Ülker, yıllarca dayak yediği evinde, çocuğuyla birlikte gidecek yeri olmadığından sabırla kalmış ve çocuğu evden gittiği an, kendini can havliyle sokağa atıyor. Kocası onu soruşturacağından resmi kayıtlara geçmemesi lazım. Yıllarca koca dayağından sonra gittiği hastaneye bu kez ayak alışkanlığıyla gidiyor ve kayıtdışı kalmanın bir yolunu keşfediyor: Refakatçilik. Hastaneye sadece hastalıktan değil, yara’dan da sığınılır. Ülker Abla ve Çiğdem, benzer dertlerden muzdarip, birbirinin yarasını sarmaya çalışan iki kadın.

Bu kadar sert, sarsıcı bir toplum gerçeğini kitapta Ülker Abla aracılığıyla ortaya koyarken mizahi bir üslubu tercih ediyorsunuz. Bu noktada mizah size hangi olanakları tanıdı?
Çok vahim bir hikâye anlatıyorum aslında Ülker Abla’da. İlerde bunları gülerek hatırlayacağız diyebilecek lüksü yok Ülker’in. Yarına çıkacağı belli değil, kocasına yakalandığı an canı tehlikede. O yüzden şimdi gülüyor. Biraz da inadi, iradi. “Ağlayanın bir gülenin bin derdi var” demişler. Sanki tanıklığın görevi birlikte üzülünce bitmiş gibi bir rahatlama getiriyor. Ama bir şeyi mizahla değerlendirirken meseleyle arana mecburi bir mesafe giriyor. Tartmanın mesafesi… O mesafe, muradım olan tartışmalara zemin olsun istedim.

Romanda Ülker Abla’nın sığındığı ve yeni yaşam alanı olarak seçtiği hastane; kamusal bir alan, bireysel alanından kaçıp kamusal alana sığınmak onun hayatta kalmasını sağlıyor. Aslında tam tersi olması gerekmez mi?
Evi, sığınak olmaktan çıkmış. Zira tehdit hanenin içinde. Ama dışarısı da, her türlü taciz tehlikesini barındıran bir tehlikeler geçidi olarak göründüğünden, yıllarca evden de kaçamamış. Hastane Ülker’in gözündeki iki cehennem arasında sığındığı Araf. Ama orada da en büyük hayali içinde şiddet tehdidi olmayan bir bireysel alan yaratmak.

Kadın kendini güvencede hissetmek için neden abla, teyze gibi sıfatlara sığınmak zorundadır?
Ülker, abla sözünü bir akrabalık sıfatı olarak muhafaza ediyor. “Nikâh düşmez” barikatı. Mesafe koymak istediğin insana abi diye hitap etmek gibi bir savunu. Korunma mekanizması olarak kodlarına yerleşmiş. Hani bir Karacoğlan dizesi var: “Bir kız bana emmi dedi neyleyim?” E o kız sana, benden uzak dur diyor işte.

Ülker Abla karakteri Antabus romanınızın yan karakteriydi. Orada keşke Ülker Abla’nın da hikayesini bilsek diye düşündürtmüştünüz ve bu kitapla öğrendik. Böyle bir planınız var mıydı? Sonradan mı şekillendi?
Ülker, şimdiye kadar yazdıklarım arasında en sevdiğim karakterdi. Antabus’u yazarken Ülker’i biraz, İlahi Komedya’da Cehennem ve Araf rehberi Vergilius konumunda düşünerek yazmıştım. Orada iki üç sayfa yer alıyordu sadece. O yıllarda Ülker Abla romanını planlamıyordum. Barınma ve kamusal alanda kadın üzerine yazacağım kendi kafamda netleştikten sonra, sistemin açıklarını bulan, delen, kendine alan yaratan Ülker Abla, bu kez ana karakter olarak yol arkadaşım oldu. Onun yaşama dair hamaratlığını seviyorum.

Ülker Abla’nın Lacan’ı ve Freud’ü, reenkarneyi en azından sözcük olarak biliyor ve bazı insanlara şaşırtıcı geliyor. Bilgi sınıfsal bir mesele mi? Kirpinin zerafeti olması neden şaşırtıyor insanları?
Ülker, hastanede yeni insanlarla tanışıyor ve onların kelime dağarcığıyla da besleniyor, biraz da taze bilginin verdiği fazlaca şaşkınlıkla cevap veriyor. Yoksa zaten ben, psikanalist yazdım diye ortaya çıkmadım. Anlatının doğasında var: Karakter değişir, öğrenir. Yakıştıramama hali de; biraz kibir gibi geliyor bana. “Nasıl olur da üniversite mezunu olmayan biri öğrenir?” Bunu tartışmayı bile ayıp buluyorum.

Seray Şahiner nasıl beslenir? Neler okur? Neler izler? Sokaktayken dikkatini neler çeker?
Yazı, hayatın ve sanatın her alanına dair kondüsyon istiyor. Müzikten, mimariden, sinemadan, resimden… Bizzat ilgilenerek besleniyorum. Darbuka çalıyorum, resim yapıyorum, bu ikisi bile bana bir ritim ve uzun uzun bakma sabrı veriyor. Yazmadığım zamanlarda da avare geziyorum. Sokağı, evi rahatlığıyla benimseyenlerle tuhaf bir hemşerilik bağım var gibi geliyor. Not defterim yok. Bir gün yazacakmışım gibi bakmıyorum hayata. Ama masaya oturunca avareliğin asıl mesaisi başlıyor.

Okuma meselesine gelecek olursak; yeraltı edebiyatına ayrı bir düşkünlüğüm var. Çağdaşlarımı takip ediyorum. Bir de; o dönem ne yazıyorsam onun ilhamının getirdiği okumalar oluyor. Misal Ülker Abla için iki üç yıl şehircilik üzerine okumalar yaptım.

Ülker Abla kitabınızın çok sinematografik bir anlatımı var. Okur sanki elinde kamerayla okuyor? Bu anlatımı nasıl başarıyorsunuz?
Teşekkür ederim. Aslında ben gözden çok kulağa hitap ediyorum yazarken, betimlemeden ziyade diyalog baskındır. Ama sevdiğim sinema da böyle zaten. Sinema inatçılık ve biraz hülya demek benim için. İnandığım filmlerden aldığım motivasyon karakterlerime de siniyorsa ne güzel.

Ülker Abla, kimliğini kişiliğini inşa etmekten çok ayakta kalmaya çalışıyor. Diri olmak sadece nefes almak mı?
Bazen bir günü kurtarmak, hayatını kurtarmaktır. İnsan çıkışsız hissettiği kriz anlarında daha kıvrak zekâlı olmak zorunda kalıyor. Ve Ülker’in her günü, somut anlamda bir ölüm kalım savaşı. Bir karşı duruş olarak da yaşamaya çabalıyor aslında: Kocası Ülker’i öldürürse takım elbisesini giyinip çıkacak mahkemeye. Ülker “Sağken benim ütülediğim takım elbiseyle, müstakbel katilime iyi hal indirimi talep ettirmem” diyor. Bir inadı var. Bazen, ‘umut’ lüks kalıyor… Ülker böyle durumlarda inada sığınıyor.