İktidarın siyaseti “Ya bizdensin ya onlardan” diyerek “dost-düşman ikiliği” üzerine kurgulamasının neticesi, tam ortasından ikiye ayrılmış, derin yarılmalarla malul bir toplumun ortaya çıkışı oldu. Böylesine bölünüp kutuplaşmış ve parçalı bir görünüm arz eden toplumlarda tarafların sık sık birbirleriyle karşı karşıya gelmeleri, toplumsal gerilimin çeşitli hadiseler aracılığıyla gün yüzüne çıkması, birtakım çatışma alanlarının şekillenmesi beklenir, oysa bizde böyle bir şey olmuyor. Böylesi bir bölünmeye rağmen hayat bir şekilde devam ediyor, insanlar da hangi tarafta yer alırlarsa alsınlar hiçbir şey yokmuş ve her şey normalmiş gibi yaşamlarına devam ediyorlar.

Hayır, elbette ki “Neden ülkede iç savaş çıkmıyor, toplum neden birbirine girmiyor” diye hayıflanıyor değilim; ancak bu yaprak kımıldamama halinin, bu sessizliğin anlamlandırılması ve anlaşılması gerekiyor, çünkü bir siyasal strateji inşası ancak toplumsal olanın ve toplumun o anki verili durumunun anlaşılmasıyla mümkün olabilir.

Bu tam ortasından ikiye bölünmüş ve asgari müşterekleri neredeyse hiç kalmamış toplumun yine de ortak bir noktası var gibi görünüyor: Kayıtsızlık. Her iki taraf da, şüphesiz ki farklı nedenlerle, hızlı bir apolitikleşme süreci yaşıyor, hızlı bir şekilde gündemden, güncel siyasetten kaçıyor, olup bitene kayıtsız kalıyor, tepki vermiyor. Bu ise farklı şekillerde söz konusu oluyor elbette: Kimileri mutlak bir şekilde siyasal olanla bağını kesip, televizyondan, gazeteden, sosyal medya iletilerinden, tartışma programlarından uzak duruyor, bunları hayatından çıkartıyor. Kimileri ise siyaseti ve gelişmeleri takip ediyor olmakla birlikte, tüm bunların hayatının merkezinde olmasına, bunların hayatını belirlemesine izin vermiyor ve bu gelişmelere herhangi bir tepki vermiyor, sadece izlemekle yetiniyor.

İktidar karşıtları ya da 16 Nisan’dan hareket ederek “hayırcılar” diyelim, yani çoğunluğu büyük kentlerde ve büyük kentlerin merkezlerinde yaşayanlar, kitap okuyanlar, sinemaya, tiyatroya gidenler, dünyayı takip edenler, uzunca bir süredir bir tür politik nihilizmin pençesine düşmüş durumdalar. En politize zamanlarını Gezi günlerinde yaşayan bu insanlar, Gezi’nin geri çekilişinden bugüne, 7 Haziran seçimleri, 16 Nisan Referandumu’ndaki “hayır” çalışması ya da Adalet Yürüyüşü örneklerinde görüldüğü üzere zaman zaman kıpırdansalar, seslerini yükseltseler de, totalde açık bir geri çekilme yaşıyorlar.
Bunun en büyük nedeni ise öyle anlaşılıyor ki, “Ne yapsak olmuyor” hissi. Öyle ya, Gezi’de olmadı, 7 Haziran’ın sonuçlarını tanımayıp ülkeyi şiddetle ve kanla 1 Kasım seçimlerine götürdüler, referandumu mühürsüz zarf ve pusularla kazandılar, “Bu sefer tamam” denen her hadisede bir şekilde gündemi değiştirmeyi başardılar, muhalefete öncülük edebilecek bir güç ortaya çıkmıyor, vesaire…

Tüm bunlar bir araya geldiğinde umutsuzluk ve yenilgi hissini artırıyor, siyasetten ve siyasal olandan kaçışı hızlandırıyor doğal olarak, bu da beraberinde kayıtsızlığı, şaşırmamayı, tepkisizliği getiriyor. Türkiye son on yılına, başka bir ülkenin belki de birkaç yüz yıllık gündemini ve siyasal gelişmelerini sığdırdığı için ve hâlâ 24 saatte başka bir ülkenin birkaç yıllık gündemini yaşadığı için, toplum bu gündem bombardımanından yorgun düşmüş durumda. Günde üç beş kere “son dakika” gelişmesinin yaşandığı, internet sitelerinin her gün en az üç beş haberi “şok” başlığıyla duyurduğu bir ülkede böylesi bir yorgunluk elbette ki şaşırtıcı değil.

Peki bu yorgunluk hali mutlak mı, değişmez mi, müdahale edilemez mi? Hayır, böyle olmadığını görmek gerekiyor. Her şeyden önce bir iktidar için en tehlikeli olan, hem kendi yandaşlarının hem karşı tarafın aynı anda bir kayıtsızlık, umursamazlık içine düşmesidir, çünkü bu aslında “toplumsal huzur”a değil, açıkça bir çürümeye işaret eder ve çürüme eninde sonunda çürüten iktidarı vurur. Bunun dışında iktidar karşıtlarındaki kayıtsızlık, daha önce örnekleri görüldüğü üzere bir kıvılcımla silinebilir ve bu insanlar hızla tekrar politize olabilirler, oysa yandaşlardaki kayıtsızlık iktidara dair umut ve beklentilerinin sönümlendiği anlamına gelir ki, bu kolay kolay tamir edilebilir bir şey değildir.

O halde meselemiz, tam da iktidar “gerileme devri”ne girmişken, bu ruh halinden, bu yorgunluk ve kayıtsızlık durumundan nasıl çıkılacağı üzerine ortak akılla düşünmek, bir “umut siyaseti”ni var edebilmek için kafa yormaktır. Evet, OHAL var, evet KHK’ler var, evet insanlar korkuyor, yorgunlar, yılgınlar, umutsuzlar ama aynı insanların TEKEL’de, Gezi’de, Adalet Yürüyüşü’nde nasıl bir dönüşüm yaşadıklarını, gözlerine bir pırıltının nasıl yerleştiğini, nasıl umudu yeniden kuşandıklarını gördük. Bir kez olanın bir daha olmaması için hiçbir neden yoksa, “Nasıl yapmalı” sorusunu sormaya ve yanıtını aramaya devam etmemiz gerekiyor demektir.