Gündelik yaşamla ilgili, şarbon olayından sonra, insanlar zaten et satın almaya çekinir olmuştu. Geçen hafta BirGün’ü satan biricik yer olduğu için alışveriş ettiğim bir marketin kasap köşesinde büyük bir tabelada etlerin Türk üretimi olduğu ve helal yöntemlere göre kesildiği yazıyordu

Toplumsal yaşam: Mekân ve tutuculuk (IV)

Meriç Kırmızı - Dr. Öğretim Üyesi, Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi

Bir kent sosyoloğunun bulunduğu kentsel mekânın kısıtlılıklarını önemsememesi az görülür herhalde. Ancak bu yazıda bunun tersini savunacağım ve büyük, birincil kentlerin kimi olanaklarından yoksun olan küçük, ikincil ya da kırsal kentlerde kurgulanan mekânla ilgili eksikliklerin yerini, yaşanan toplumsal alanların doldurabileceğini söyleyeceğim. İlk elden Samsun’un kültür sanat olanaksızlıkları, aklıma gelen... Örneğin, güz mevsimi geldi geçti, ama henüz Samsun’daki seçeneksiz AVM sinemalarına tek bir izlenmeye değer film gelmedi, eğer sinema seçimleriniz çocuk filmleri, korku filmleri ve kaba güldürü filmlerinden yana değilse.

Bir haftadır sayfalar dolusu not tutarak izlediğim, Sosyoloji bir Dövüş Sporudur (Pierre Carles, 2001) belgeselinde Bourdieu’nun Günter Grass’la olan bir söyleşisinde komiklikle ilgili bir sözü şöyleydi: “Bize diyorlar ki komik değilsiniz. Ama komik zamanlarda değiliz; gülünecek bir şey yok.” Kuzeyli mizahını sevsem ve Karadeniz’de bunun izini bir parça sürsem de, Bourdieu’nun toplumbilimine ciddiyetle yaklaşma isteğine katılıyorum. Samsun’un kültür-sanat alanındaki eksikliklere dönersek, örneğin, kentte operanın varlığını önemsiyor, ama her gittiğim gösteride karşıma Türkçe ya da operanın dili olan İtalyanca yerine, Azerice konuşma ve şarkıların çıkıp durmasını, başörtülü kadın oyuncuları, aryaların, düetlerin arasına Azerice türkülerin, Çarşamba’yı Sel Aldı’nın sıkıştırıldığı potpurileri yadırgıyorum, içimden tek tek sahnedeki sanatçıların emeğine saygı duysam da, alkışlamak bile gelmiyor. Devlet Opera ve Balesi repertuar seçimleriyle Türkçe’yi ve gerçek opera sanatını insanlara unutturmaya mı çalışıyor, yoksa onlar da Azerbaycan başta olmak üzere, çokkültürcü mü oldu diye merak ediyorum. Opera bile tutuculaşıyor.

Gündelik yaşamla ilgili, şarbon olayından sonra, insanlar zaten et satın almaya çekinir olmuştu. Geçen hafta BirGün’ü satan biricik yer olduğu için alışveriş ettiğim bir marketin kasap köşesinde büyük bir tabelada etlerin Türk üretimi olduğu ve helal yöntemlere göre kesildiği yazıyordu. O bölümde çalışan kadın görevli de bana paket uzattıktan sonra “hayırlı günler” diledi de mizansene cuk oturdu. Yakında orası içki satmayı da keserse, şaşırmam. Üniversite ortamlarını biliyorsunuz: tutuculaşma, projecilik, az öğretim üyesiyle çok iş yapma, yani araştırmadan, araştırmaya ayrılan kaynaklardan kısma, vb. Yakında ‘aylak sosyoloji’yi savunmak durumunda kalabiliriz. Carles’in belgeselinde Bourdieu, bugünün sosyologlarını 20 yıl öncesinin sanatçılarına benzetiyor, çünkü kendi giderlerini kendileri karşılamaları gerekiyor. Bourdieu’ya göre, “eğer iktidardakiler için sosyoloji üretmiyorsanız, bu böyle,” ama derdiniz, egemen toplumsal isteklere yanıt vermekse, iyi para kazabilirsiniz. Kısacası, kültür-sanat, ticaret, üniversiteler, vb. birçok toplumsal alanda bu neoliberal tutuculuğu gözlemliyoruz. Bourdieu da aynı önemli saptamada bulunuyor ki bu durumun toplumlararası bir sorun olduğunun göstergesi: “Bence neoliberal devrim muhafazakâr bir devrimdir, insanların Almanya’da 1930’larda konuştuğu türden bir muhafazakâr devrim. (...) Geçmişi canlandırır, geçmişe döner, ama yine de kendini ilerici gösterebilir. Geriye gidiş ilerlemeye dönüştürülür. Böylece bu gerileme ile savaşanlar kendileri gerici gözükürler. (...) Muhafazakâr devrim oyununun içine hapsolmak istemiyorsak, yeni bir devlet yaratmamız gerektiğini söylemeliyiz.”

Seçeneklerden de söz edecektim. En çok da gitmeyip, kalanlar için... Bir avuç insanın sürekli emeğiyle Samsun’da AVM sinemacılığına seçenek oluşturan haftalık sinema akşamlarımız var. Hep birlikte eski, önemli filmleri izleyip, üstüne de tartışıyoruz. Belli bir çizgi tutturulduğu için, ne film seçimlerinde, ne de tartışmalarda savrulmalar pek yaşanmıyor. Bir toplumbilimci gözüyle, o seçenek sunan mekânda ortaya çıkan “ideal konuşma durumu” filmlerin kendisinden bile daha ilginç ve önemli. Bizi ahmaklaştırmaya çalışan, yerleşik kültür-sanat dünyasının “kitle kültürü”yle sınırlı kalmıyoruz. Orada iyi filmler için toplanan bir avuç insan, operaya, türküye, tangoya da, bunları birbirleriyle karıştırıp, bir yutuşta alınacak bir kültürel keyif hapı gibi davranmayacak denli görgülü olmalılar. Aynı topluluktan doğan kişisel dostluklar sayesinde Samsun’la bile sınırlamıyoruz, kendimizi, ilk fırsatta ayağımızı Ünye’ye, Merzifon’a, Sinop’a uzatıyoruz. Yeni apartman çöplüğü gibi olan Atakum’da nasılsa arta kalmış bir güz bahçesine bakan, sahaf dükkânını andıran sıcacık, ufacık dairelerde fırında ısıttığımız kestaneleri elimiz yanarak, soyarken eğitimden konuşuyoruz, aklımızda kalan öykülerden, akçaağaçlardan. Bu varoluşumuzla Bourdieu’nun neoliberal ekonominin egemenlerine seslenirken, betimlediği görüntü arasında uçurumlar elbette kaçınılmaz olacak: “Işıltılı gettolarınızda silahlı nöbetçilerinizle kalacaksınız. Dışarı bekçi köpekleri olmadan çıkamayacaksınız. Her yerde güvenlik sistemlerine ihtiyaç duyacaksınız. Kalenizin içinde kuşatmada gibi olacaksınız. Kendi yarattığınız bir şiddetle çevrilecek, çevreniz.” Nerede olursak olalım, bizim çevremiz, ahmaklaştırılamayan insanlarla çevrili...