Toplumsal yük kadının sırtında
“Yalnız” oyunu, muhafazakârlık, tarikatlar ve toplumsal dönüşümün derin sorgusunu sahneye taşıyor. Yönetmen Erlim, “20 yıllık toplumsal değişimle paralel hayatların çığırından çıkışını simgeliyor” dedi.
Ümit GÜÇLÜ
‘Yalnız’ oyunu, yaşam ve ölüm, muhafazakârlık ve özgürlük, seçimlerimiz, düzen ve karmaşa, fizik yasaları gibi derin temaları merkezine alarak izleyiciyi etkileyici bir yolculuğa çıkarıyor.
Tiyatro sahnesi, bu motiflerin hepsini barındıran bir yansıma işlevi görüyor. Feray’ın içsel mücadelesi, yalnızca bir kadının varlık mücadelesi olarak değil, aynı zamanda toplumsal yapının dönüşümüne dair derin izler taşıyan bir hikâye olarak sahneleniyor.
Geçmiş ve şimdi arasındaki ince çizgide, insanın yaptığı seçimlerin hayatını nasıl şekillendirdiği ve bu seçimlerin yarattığı kırılmalar sorgulanıyor. Zeynep Kaçar’ın aynı adlı kitabından uyarlayan Başak Kıvılcım Ertanoğlu (oyuncu) ve Ümit Erlim (yönetmen)’in birlikte yarattığı bu dünyada, sesini duyurmak isteyen her kadının ve her bireyin hikâyesi, dönüştürülmek istenen bir toplumun gidişatını sorgulamak için güçlü bir çağrıya dönüşüyor.
Sahneye taşınma sürecinin iki yıl sürmüş. İçsel monologlar ve derinlikli anlatım sahnede nasıl bir dramatik yapıya dönüştü?
Ümit Erlim: Roman, geçmişle şimdi arasında geçiş yaparak Türkiye, İstanbul ve insanların geçirdiği dönüşümleri ele alıyor. Feray karakterinin kendini var etme süreci, yapılan seçimlerin hayatı nasıl şekillendirdiğini sorguluyor. Feray’ın hayatı, manipülatif bir doktorun etkisiyle ilerler ve o adam, zamanla şarlatana dönüşür. Bu durum, 20 yıllık toplumsal değişimle paralel olarak hayatların çığırından çıkışını simgeliyor. Sonunda Feray, hakları elinden alınmış ve bir sandığa hapsedilmiş şekilde kendini bulur. Sandıktan kurtulup hayatını yeniden bütünlüklü hale getirme çabası, hiçbir şeyin geç olmadığını anlatıyor.
20 YILDAKİ DÖNÜŞÜM
Kişisel yolculuğunuzu toplumsal değişimle ilişkilendirirken denge kurmakta zorlandınız mı?
Ümit Erlim: Yani şu anlamda zorladı diyebiliriz: Belli kararlar almamız gerekti. Aslında merkezde olmamasına rağmen, karşıt bir güç ve antagonist olarak tarikatlar ve benzeri unsurlar yer aldı. Din merkezli bir kapatma söz konusu, ancak bu sadece Türkiye'ye özgü değil. Orta çağda kadınlar cadı olarak damgalanıp bilimsel gelişmelere engel olundu. Hâlâ Orta Doğu’da ve Türkiye’de kadınlar haklarını alamıyor. Bu, genel bir sorun. Burada sadece Türkiye’yi ele almadık, aynı zamanda pozitif bilime inanan bir doktorun, güç ve para uğruna şarlatana dönüşmesini de işledik. 20 yılda tarikatların rant ve güç amacıyla evrildiğini, kadınları ve güçsüzleri kullandığını görüyoruz. Feray, kendini var etmek için buna karşı mücadele ediyor.
Oyun, toplumsal eleştiriler barındıran ve tartışmalı temalar işleyen bir yapım; benzerlerini TV dizilerinde de görüyoruz. Muhafazakârlık, tarikatlar ve bunlara karşı verilen mücadele gibi konuların tiyatroda daha fazla işlenmesi gerektiğini düşünüyor musun? Tiyatro, bu tür konularda ne tür bir sorumluluk taşıyor?
Ümit Erlim: Ana akım dizi izleyicisi değilim. Oyunun tematik olarak tartıştığı konulardan biri muhafazakarlık-aydınlık tartışmasıdır ve bu motif, romanda da belirgin bir şekilde yer alıyor. Ancak oyun sadece bu tartışmadan ibaret değil. Aynı temalar, o dizilerin merkezinde de var. Evet, muhafazakâr bir kesim ve aydın görünümlü bir kesim var, ancak bu iki tarafın artılarını ve eksilerini ortaya koyarak ne tür bir sonuç çıkacağına bakmak sığ bir yaklaşım gibi geliyor. Romanda kullanılan motiflerden biri de bu, ancak asıl hikâye bir kadının kendini var etme süreci. Feray’ın dile getirdiği gibi, “müzisyen hayali kurarken yaşadığı şeyler sonucu akıl sağlığını yitirmiş tarikat liderinin katil karısına dönüşmesi.”
Türkiye'de yıllarca süpürülen sorunların bugün daha fazla konuşulmaya başlanması, toplumda nasıl bir değişim yaratabilir ve bu tartışmaların geleceğe yönelik etkileri ne olabilir?
Ümit Erlim: Türkiye’nin geçirdiği süreçle birlikte bu epik hikayeler daha fazla konuşulmaya başlandı. Bence her şeyin tüm açıklığıyla konuşulması gerekiyor, çünkü esas problemimiz bu. Bir şeyleri hasıraltına süpürdükçe, ülke olarak temiz görünüyoruz. Ancak gerçekten temiz bir ülke miyiz? Peki, süpürdüklerimiz nereye gidiyor? "Bugünü biz kurtaralım, yarına bakarız" düşüncesiyle hareket ediyoruz. Kimse bir şeyler uğruna kendini feda etmeye çalışmıyor, herkes sadece günü kurtarmaya çalışıyor. Batı’nın Orta çağ ve sonrasındaki bilimsel aydınlanma ve tutuculuk tartışmalarının bir tezahürü bu. Türkiye’de yıllar önce tartışılması gereken bu meseleler, şimdi daha çok tartışılır oldu. Kim neden rahatsızsa, bunu açıkça dile getirmeli. Bu, çözüm için çok değerli.
HEP ERKEKLER BAŞROLDE
Yalnız’da Feray’ın gericiliğe karşı mücadelesini izliyoruz. Günümüzde de kadınlar, pek çok toplumsal soruna karşı daha güçlü ve cesur bir tavır sergiliyor. Kadının toplumsal mücadeledeki rolünü ve değişen konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Başak Kıvılcım Ertanoğlu: Bu soruyu kendi mesleki perspektifimden yanıtlayabilirim. Kadının konumu hâlâ iç açıcı değil. Geçenlerde bir röportajda sezon boyunca sahnelenen oyunların başrol ve yönetmenlerini inceledik. Erkek başroller ve erkek yönetmenlerin oranı çok daha yüksek, kadınların ise çok düşük. Bu durum, ülkedeki politik yapıyla ve güç ilişkileriyle doğrudan bağlantılı. Kadınlar hâlâ kendi haklarını savunmanın ötesine geçemiyor. Erkeklerin güçlü bağlar kurarak güçlerini pekiştirmesi ve kadınların değişim gücünden korkulması, toplumsal yapıyı etkiliyor. Kadınların daha çok soru soran, kendini sorgulayan bir taraf olması, evin içindeki kadın oranının fazla olduğu yerlerde daha çok belirginleşiyor. Maalesef, cinsiyet ayrımı yapmak istemesem de, genelde kadınlar soru işaretlerine daha aşina. Erkekler ise verdikleri kararların doğru olduğuna inanıyorlar. Küçük yaşlardan itibaren kadınlar, sosyal normlara uymaları gerektiğiyle büyüdükleri için, özgürlük alanları dar ve bu yüzden soru sormaya daha yatkınlar. Bu da bazı erkeklerde rahatsızlık yaratıyor.
Sanat, toplumun biraz ilerisinde bir alan. Peki, neden bu kadar az kadın yönetmen var?
Başak Kıvılcım Ertanoğlu: İlginç olan, bu konuda iki erkek konuşuyor. Ya da kadın konulu bir panelde konuşmacıların tamamı erkek oluyor. Buradaki konu, kadınların ve erkeklerin eşit şekilde konuşması değil; Türkiye'nin dönüşen yapısıyla birlikte her şeyden korktuğumuz ve farklı sesler duymaktan çekindiğimiz bir dönemdeyiz. Farklı şeyler söyleyenler genellikle kadınlar oluyor. Bu sadece tiyatroda değil, sinema, edebiyat gibi diğer alanlarda da geçerli. Kadınların oyuncu, yönetmen veya yazar olarak aynı şekilde dikkate alındığını düşünmüyorum. Mesela ‘Treplev’in yönetmeni ben olmama rağmen, insanlar Ümit’le birlikte yönettiğimizi sanıyorlar. Eğer yönetmen bir erkek olsaydı, kimse birlikte yönetildiğini düşünmezdi. Bu ince çizgiler, konuyu daha çok düşünmeme ve tartışmama sebep oluyor.