Kendimize dair iki kelam edelim istedim. Mevzu şu; muhalefet neden toplumsallaşamıyor?

Toplumsallaşmak önce kişinin kendisiyle yüzleşmesiyle başlar. Çünkü kendisiyle yüzleşmeyenlerin toplumsallaşma şansı yok.

Halkın dünyasında sol muhalefetin hali denir? Nasıl algılanıyorlar? Sol muhalefet, kendisine dair algıları ve halleriyle, halkın algısı arasındaki uçurumu görmeden nasıl hareket edecek? Kendilerini hapsettikleri fil dişi kuyularının hikayesini yazarak nasıl toplumsallaşacak?

Toplumculuk, ortak yaşam kültürü, eşitlik, özgürlük, paylaşım, ortak akıl, ortak söz ve ortak mücadele gibi en temel ahlaki ve insani değerlerden uzaklaşılıyor.

Sol muhalefet, halkın yaşam alanlarında neden kalıcı olamıyor Temas etmeden, dokunmadan ve yüz yüze muhabbetlerden uzaklaşarak, donuk, soyut ajitasyonlar ve teorik analizlerle halkın aklına, ruhuna, kalbine dokunmak mümkün mü?

Bu kopuş, kendimizi, fikirlerimizi, stratejilerimizi, demokratik ve katılımcı olmayan örgütsel yapılarımızı sorgulamamı, özeleştiri yapmamızı, hatalarımızda düzeltmeler yaparak yol bulmamızı istiyor.

Halkın gerçek gündemlerle buluşmasını sağlayan çalışmalara sarılmamızı zorunlu kılıyor. Aksine gerçekler ve doğrular değil, hurafeler, yalanlar, sahte vaatler, kadercilik, çıkar şebekeleri toplumsallaşıyor.

İktidar oyunu yaşam alanlarına kurarken, muhalafet kendini sosyal medyada ve protokollerin ön cephesinde konumlandırıyor. İdeolojik ve dinsel hurafeler, aklın yerini alarak toplumsallaşıyor. Fakat bilimsel, sorgulayıcı ve eleştirel düşüncenin halkla buluşması ve toplumsallaşması sorunlu.

Türkiye halkları , seçimler dışında, yaşam alanlarında muhalefetin temasını görmüyor. Halkla ilişki kurmak isteyenlerin çoğunluğu ise, toplumcu bir düşünce, ütopya ve dava hikayesini değil, kendisini anlatıyor. Kişisel ya da grupsal marketingle ilgileniyorlar.

Etrafınıza, sosyal medyaya, telefonlarınıza gelen siyasetçi mesajlarına bakarsınız, aslında yüzde doksanında dijital reklam pazarın malı olmaya aday binlerce “politik” insanla karşılaşırsınız.

Pir Sultan Abdal, Nazım Hikmet, Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Behice Boran yok.

Çoğunlukla kendisini anlatanlar var. Toplumsallaşmak yerine, kişiselleşmeyi aşılıyorlar.

Bu türün siyaset aktörleri, toplumsallaşmanın siyasetini değil, kişisel gelişim kitapları ve aforizmaları okuyorlar. “Kişisel başarının sırrını” seviyorlar. O nedenle en çok okunan kişisel gelişim kitapları, en son sırada ise siyaset literatürleri okunuyor!

Kendi hırsının nesnesine dönüşen insan, kendisini pazar ürünü gibi allayıp, pullayıp, paketleyip, pazarlama gayreti içinde.

Üç karelik poz verdikleri etkinliklerde, sadece “fotoğraf paylaşımı” durumundalar. Fikir yok, resim var. Fikrin kurucu unsur olmasını değil, fotoğraf ve kişisel marketing ile kendisinin kurucu unsur olarak, beğeni almasını arzuluyor.

Toplumsallaşma, özgürleşme, demokratikleşme, laikleşme değil, kişisel olarak bir yere seçilmek umuduyla nefes alıp veriyorlar.

Beni görsünler” ve “beni beğensinler” peşindeler.

Dert ve hedef bu! Halkın, örgütlü hayatın ve ailenin içinde kişiselleşme hastalığı var. İstiyorlar ki, evirip, çevirip onları tanıyalım. Onları okumak mümkün değil, çünkü onlar ön cephede durmayı, protokollerde oturmayı ve sadece resim vermeyi seviyorlar.

Arka cepheyi fon resmi ve haberi olarak kullanıyorlar. Yani mevzuu toplumsallaşma ve fikri bir davan değil, görünme biçimi ve ön cephede olmaktan ibaret. Ön cephenin müptelası olarak, arka cephede toplumsallaşmak ise sadece hamaset olarak kalıyor. Bununda sorumlusu ise biziz!