Manisa Salihli’nin Çapaklı mahallesinde köylüler, yaklaşık bir aydır bölgeye yapılmak istenen ‘Biyogaz Enerji Santrali ve Gübre Üretim Tesisi’ne karşı direniyor. Konuyu özetlemek gerekirse direnişin sebebi, tesisin kaplayacağı söylenen 34.4 bin metrekarelik alan ve buraya gidecek yolun köylülerin üretim yaptıkları tarım arazilerinden geçiyor olması. Bu nedenle hem tesis/santral hem de yol için iki ayrı iptal davası açılıyor. Fakat şirket, davaların sonuçlanmasını beklemeden yol yapım çalışmalarına başlıyor. Böylece köylülerin direnişi de başlıyor. Direnen köylüler karşılarında şirketle birlikte jandarmayı buluyorlar. Gözaltına alınıyor, darp ediliyor, coplanıyor, gazlanıyorlar. Şirketin önündeki fiili engel böylece kalkıyor. Hukuksal süreç ise, görünen o ki pek dert edilmiyor.

Neoliberal tarım politikalarının bir uzantısı olarak verimli tarım arazilerinin maden, enerji, turizm vb. yatırımlar için kullanımı artarak sürüyor. O nedenle bıkmadan vurgulamamız gereken şey, bu projeler ile hem ekosistemde geri dönülmez hasar bırakıldığı hem de kırda yaşayan insanların, kırdan geçinenlerin yaşam alanları, geçim kaynaklarının gasp edildiği.

Yani gıda krizi, ekolojik kriz, iklim krizi gibi doğanın talanıyla ilişkili olarak derinleşen krizler de, köylülüğün, çiftçiliğin tasfiyesi de bu birikim süreçlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Çapaklı’da bunu nasıl görüyoruz derseniz, köylülerin geçimlerini sağladıkları ve oldukça verimli olduğu söylenen bu topraklara yapılan proje ile de patlıcan, domates, karpuz yetiştirilen üretim alanları bozuluyor. Davanın avukatlığını da yapan direnişçi kadınlardan Seçil Ege, Twitter hesabından tweet zinciri ile süreci aktarırken şöyle diyor: “17 Temmuz’da başlayan hukuksuz girişim halkı ezerek başarıya ulaştırıldı. Hala anlamak istemeyen varsa müvekkillerimin sorduğu soruyu ileteyim: Biz bu domatesi, biberi, zeytini ekmesek ne yiyip içeceksiniz?”

Son derece önemli olan bu soruyu yanıtlarcasına ertesi gün de Venezuela’dan ithal edileceği söylenen onca ürünün listesi karşımıza çıkıyor. Tüm bunların ifade ettiği şey, dışa bağımlılığın gereği olarak son çiftçi de tasfiye edilene kadar sermayenin kırdan geçinenlerin verimli topraklarına el koymayı sürdüreceği.

Şirketin Çapaklı’da gerçekleştirdiği hukuksuz toprak işgali, köylülerin kırdan geçinme ve kırda yaşamaya dair haklarının tümünün ihlal edilmesinde bir engel görülmediğini de gösteriyor. Gasp sürecinden etkilenenlerin başında ise köylüler ve hatta köylüler özelinde direnişin de ön saflarında yer aldığını gördüğümüz köylü kadınlar geliyor. Bu aslında, gıda egemenliği perspektifinden bakıldığında, direnişin ön saflarında neden kadınları gördüğümüzün yanıtını da içeriyor. Gıda egemenliği mücadelesinde feminist bakışın önerdiği üzere, kapitalist ve emperyalist saldırı doğası gereği muhafazakâr ve faşist ataerki ile özdeşleşiyor. Toprağa erişimdeki pazar hâkimiyeti gibi kısıtlamalar kadınların daha fazla ayrımcılığa maruz kalmasına sebep oluyor. Bu anlamda gıda egemenliği hareketi için toprak, köylü kadınlar için temel yaşam hakkı olarak ifade buluyor.

Toprağa, suya, doğaya erişimin temel bir köylülük ve kırda yaşam hakkı olarak tanınması için yıllardır mücadele veren La Via Campesina 17 Nisan’da Uluslararası Çiftçi Mücadeleleri Günü vesilesiyle yaptığı açıklamasında ‘savaş, faşizm, otoriterlik ve pandemi zamanlarında çiftçilerin tarihsel rolünün halkların beslenmesi olduğunun bir kez daha anlaşıldığı’nı vurguluyordu. Ekonomik belirsizliğin, öngörülemezliğin tavan yaptığı bu günlerde yaşamak için ihtiyacımız olan gıdayı üretenler için adil ve onurlu bir yaşam kurabilmenin yolunu sahiplenmek ve büyütmek her zamankinden daha acil.