Fantastikle gerçekliği bir arada kullanan Arjantinli yazar Dolares Reyes, insanın içinde yer alan kötülüğü; eril düzeni, aile ve şiddet, kavramlarını sorguladığı bir eserle karşılıyor okuyucuyu.

Toprağa şefkatle dokun, ruhları dinle!

İLKE KAMAR

Yaşadığımız dünyanın en dayanılmaz kötülüklerinden biri: Kadın cinayetleri! Ve bizlerin böyle bir dünyaya tahammülü. Toplumsal cinsiyete dayalı şiddetinin kınanmaya ve görünür kılınmaya başlamasında çağdaş edebiyatın da önemli bir etkisi var. İşte kadına yönelik bu korkunç tahakkümü, cinayetleri ve geride kalanların hikâyesini bu kez Arjantinli yazar Dolares Reyes’ten okuyoruz. Reyes, öğretmen, solcu bir aktivist, feminist bir yazar olarak biliniyor ülkesi Arjantin’de. Biz de, Can Yayınları tarafından Saliha Nilüfer çevirisiyle okuyucuyla buluşan ‘Toprakyiyen’ romanıyla tanımış olduk. İlk romanında Reyes, ‘büyülü gerçekçiliğin’ polisiye türüyle birleştirdiği Buenos Aires varoşlarında kadın ve çocuklara uygulanan şiddeti, cinayetleri, kayıpları ve insan ticaretini örtük olarak konu ediniyor. Yazar şiddet hikâyelerini başka bir biçimde göstermenin yolunu seçiyor bu romanda. Fantastikle gerçekliği bir arada kullanan Reyes, insanın içinde yer alan kötülüğü; eril düzeni, aile ve şiddet, kavramlarını sorguladığı bir eserle karşılıyor okuyucuyu. Arjantin ve Latin Amerika’da yaşanan cinsiyetçi şiddet, cinayetlerle ilgili devletlerin harekete geçmemesi, kaybolma hikâyeleri, ceset hırsızlığı, kaçırılmalar da metnin arka planında kendine yer buluyor. Tüm bu konular farklı bir olay örgüsü, imgeler ve karakterler aracılığıyla ince ince işleniyor ‘Toprakyiyen’de.

Romanda yakınlarını kaybeden insanların hayallerini, korkularını, umutlarını ve öfkelerini hayal gücünün sınırlarını zorlayan gerçeküstü bir karakter aracılığıyla anlatmayı seçiyor yazar. Bunu yaparken, sorguyu ve gerçekliği elden bırakmadan gerilimi gizleyen bir olay örgüsü kuruyor demek mümkün. Romanın konusuna kısaca değinmek gerekirse: Buenos Aries’te yaşayan isimsiz bir kızın doğaüstü yeteneğini keşfetmesi sonrasında gelişen ilgi çekici olaylara tanıklık ediyoruz. Ölümünden sonra annesine veda etmekte zorlanan küçük bir kızın, annesinin mezarından toprak alarak onu kendi vücuduna dâhil etmek istemesiyle toprak yemeye başladığını görüyoruz. Toprak yedikten sonra gözlerini kapattığı anda ise bir yeteneği açığa çıkıyor ve çok geçmeden annesinin ölümünden hemen önce yaşananları gördüğüne şahit oluyoruz. Kızın annesi, babası tarafından dövülerek öldürülmüştür.

ŞİDDETİN KARANLIK YÖNÜ

Bu isimsiz ‘genç kâhin’ her ne kadar başta annesiyle bütünleşmek için toprak yemişse de daha sonra devam eder bu eylemi. Kayıp bedenlere ulaşmak için ihtiyacı olan bir avuç topraktan başka bir şey değildir. “Önceleri kendim için yutuyordum patırtı kopsun diye, bundan rahatsız oluyor, utanıyorlardı çünkü. Toprağın pis olduğunu, karnımın kurbağa gibi şişeceğini söylüyorlardı. Sonraları konuşmak isteyenler için yutmaya başladım toprağı. Başkaları, çoktan ölmüş olanlar için.” Kayıp ya da ölü insanların geçmişinin toprak yiyen genç bir kâhin tarafından görülmesi, sadece failleri ortaya çıkarmıyor, şiddetin bir toplumda nasıl kök saldığını da ortaya koyuyor.

Her gün karşılaştığımız türden şeyler değildir artık bundan sonrasında karakterin başına gelenler. Anlatıcının bilme ve görme yetisine sahip tanrısal bakış açısı, yaşanan şiddet karşısındaki çaresizliğine de işaret ediyor. Bir kâhine gereksinim duyan toplumun açmazını bugüne taşıyan ses oluyor karakterin sesi. Kitap boyunca ana karakterin kötülükler karşısında oyunu bozma ya da açığa çıkarmadaki sezgisel rolü, yaşanan ürpertici olayların izini sürerken derinlikli bir kavrayışı açığa çıkarıyor:

“Toprağı tenekeden alıp ağzıma attım. Ev siyah bir tülle örtülmüşçesine karardı. Toprağın etrafımıza yaydığı gece bizi yutmasın diye ışığı yakmak geldi içimden. Her yer o kadar karanlıktı, güneşin hiçbir şekilde sızmadığı öyle derin bir kuyuydu ki bundan hayırlı bir şey çıkmayacaktı. Korkuyla durup vazgeçmek ve gözlerimi açmak üzereyken karanlıkta ilerlemeye başladım, sanki birisi peş peşe mumlar yakıyordu, derken gözlerim karanlığa alıştı.”

Romanda bir diğer ilgi çekici unsur, romanın iki karakter üzerinden ilerlemesi. İsimsiz karakter ve abisi Walter. Bu karakterler, karmaşık toplum düzeninde aileden geriye kalan iki kişiyi temsil ediyor.

Aslında yazarın romanda tüm anne ve babaları aileden ayrı kendi içlerinde bölünmüş olarak göstermeyi seçtiğini görüyoruz. Dolores Reyes, Arjantin başkentini çevreleyen fakir bir mahalle olan Pablo Podestá'da yaşanan şiddet ve cinayetlerle kavgasını ederken diğer yandan gündelik hayatla bütünlük kurarak geliştirdiği izlek sayesinde umudu eğlenceyi, seksi ve aşkı da metne taşıyor. Romanda gençlerin eğlencesi olan bira, playstation ve müzik öne çıkan gerilimli kurguyu dengeleyen unsurlar. Yazar romanı iki farklı hayat etrafında kuruyor da diyebiliriz.

HER MAVİ ŞİŞEDE BİR BEDEN SAKLI

Bir diğer ilgi çekici unsur ise, yazarın roman boyunca ana karakterini isimlendirmemesi. Bu konuyla ilgili bir söyleşisinde ana karakterin tüm isimlerin sesiyle tanımlanmasını istediği için böyle bir yol seçtiğini söylüyor. Bu yüzden olacak ki romanın kurgusundaki olaylar, insanlığın geri kalanıyla paylaşılan şeyler gibi önümüze seriliyor. Kolektif travmaları bir nevi arşivcilikle toprak dolusu şişeler aracılığıyla gösteriyor diyebiliriz Dolores Reyes. Yazarın, bu süreçlere yanıt aramaktan ziyade hafızalarda yer eden olayları deşifre etmenin bir yolunu seçtiği düşünülebilir. Metinde yer yer kuvvetlenen ya da bazen geri plana itilen suçlular bir hesaplaşma alanından azade yaşananlar üzerine konuşmak için bir diyalog çağrısı niteliğinde kötülüğü ortaya seriyor. Reyes’in olaylarla hesaplaşma çabası, mahkûmları bir araya toplayarak bir bakıma suçluları ilan etme girişimi de demek mümkün: “Bitkilerin arasına çöktüm, kocaman yaprakları ayırıp şişeyi diğerlerine arkadaşlık etsin diye orada bıraktım. Bir sürü mavi şişe vardı. Her mavi şişe birbirinden farklıydı. İnsan annesini, çocuğunu, kardeşini aynı şekilde özlemezdi. Yan yana dizilmiş parlak mezarları andırıyorlardı. Başlangıçta onları sayıyor, şefkatle yerleştiriyor, toprağın tadına bakmaya karar vermeden önce arada sırada okşuyordum. Genellikle böyleydi ama bugün hepsinden nefret ediyordum. Hiç olmadığı kadar ağır geliyorlardı bana. Topluca beni tüketiyorlardı. Bütün şişelerin üstüme yığıldıklarını hissettim. Bu kadar çok insan kaybolabildiğine göre dünya daima sandığımdan büyük bir yerdi demek.”

Santiago’nun eteklerindeki bir mahallede dokunaklı bir yaşamı deşifre eden karakterle şiddeti bedenler üzerinden temsil etmenin ötesinde bu bedenlerin kendisine dönüşerek karanlık sırları, anlatıyor Toprakyiyen romanı. Cinayetlerin susturduğu belleği, şişeler dolusu toprak aracılığıyla canlandırıyor yazar. Bununla birlikte, sevecen yapıları ve eğlenceli hayatlarıyla kurban psikolojisinin dışına çıkarıyor ana karakterleri. Böylece roman genç insanların hayat deneyimini de kapsıyor.