İki kadın; birinin yüzü diğerinin sesi. Birinin sesi diğerinin yüzü…

Birer tas su dökecekler altı üstü. Alevi Dedesi dualar okuyacak. Defnedecekler, dağılacaklar. 48 saat taziyeleri kabul edebilecek. Sonra, tutuklu bulunduğu Kandıra F Tipi Cezaevi’ne dönecek. Öyle bir fotoğraf ki insanın içine oturuyor. HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Aysel Tuğluk bitap görünüyor. Bir kolunda HDP Siirt Milletvekili Besime Konca diğer kolunda yakın arkadaşı olduğu söylenen Ayla Hanım… “Annem” diye ağlıyor.

Annesi işte… Kızının suçu… Hem Kürt hem de Alevi bir siyasetçi! Kızının suçu yok! Halkın iradesini çalanlar suçlu! 78 yaşında; son günleri adliyelerde, hapishanelerde… Oğlu 1974 yılında Elazığ Cezaevi’nde katlediliyor. Hatun Tuğluk; Türkiye’de bir cenazeyi mezardan çıkarmanın ağırlığı… Fotoğraf üzerinden ses akıyor: “Annem…”

Ankara Batıkent’teki İncek Mezarlığı… Önce 9-10 kişilik bir grup…

“Buraya terörist cenazesi gömdürmeyiz. Burası Ermeni Mezarlığı değil!”

Yüz bulunca; diğerlerine de haber veriliyor, sayı böylece artıyor… Traktörler ve kamyonlarla geliyorlar. Polis; mezarlık kapısında barikat kuruyor. Mezarlık açık; başka yerlerden de girenler oluyor. Saldırı altında cenaze! Bir fotoğraf daha… Açık mezar; kazma kürek… Belli ki o cenazeye, önünde sonunda saldıracaklar. Mezar açılıyor; Hatun Tuğluk, topraktan çıkarılıyor… Aysel Tuğluk annesini Dersim’de son yolculuğuna uğurlayamıyor. Hatun Hanım’ın son arzusu da yerine getirilemiyor: “Kızıma yakın olayım!”

Kızı… Ne diyecek: “Beni ikinci kez yaktılar, Madımak gibiydi…”

Ne desin ki?

HDP, topluma bulaştırılan hastalığı bir kalemde anlatıyor. Antep Vekili Mahmut Toğrul; saldırıyı Meclis gündemine taşıyor… Anafikir açık: “Bu iklimi hükümet yarattı. Kürtlerin, Ermenilerin, Alevilerin; cenazelerine, hatıralarına, değerlerine, acılarına yönelik saldırılar, iktidardan destek alarak pervasızlaşıyor…” Özetle… Sorulan sorular aslında, siyasetin tepesinden gelen nefretin toplumu nasıl derinden etkilediğiyle ilgili:

» OHAL’in en sıkı uygulandığı Başkentte o kadar insan nasıl bir araya geldi?

» İktidar toplumsal normları belirlerken, yurttaşlarının kendisine uymasını istiyor olabilir mi?

» Her politik figür ve hak arayan, hain, gayri resmi ilan edilirken bundan etkilenecek büyük bir nüfus olabileceği düşünülmedi mi?

» Bu saldırılar sürerken, Vali neden vekillerin telefonlarına çıkmadı, yol göstermedi?

» Kolluk neden defin işleminin bozulmasına seyirci kaldı, Yoksa saldırganlara destek için mi oradaydı?

» Saldırganlar hakkında soruşturma başlatıldığı doğruysa, niye olayları izleyen kamu görevlileri hakkında hiçbir işlem yapılmadı?

» Kolluğa işlem tesis edilmesi, kutuplaştırmayı derinleştirmek amacı mı taşıyor?

• • •

Polis Ankara’da izliyor… Polis Ankara’da saldırıyor…

Emir… Böyle işte!

• • •

İki kadın; birinin yüzü diğerinin sesi. Birinin sesi diğerinin yüzü…

İşlerini istiyorlar altı üstü. Cadı avının mağdurları… Sanki darbeyi onlar yapmış gibi!

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça mağdurların sembol ismi. 191 gündür açlık grevini sürdüren eğitimciler, 23 Mayıs’tan bu yana da ‘terör örgütü üyesi’ olmak gerekçesiyle tutuklular. Oysa sicilleri resmi olarak temiz; suç kayıtları yok! Ama ‘yargı başa geçti…’ Yargı… Tek millet, tek devlet, tek yargı işte! Ekmek peşinde iki terörist! İçişleri Bakanı Süleyman Soylu böyle buyuruyor. Tepenin de tepesi var elbette!

Sonuç kısmı; ‘Devlet tiyatrosu’: Jandarma eğitimcileri mahkemeye getirmiyor, savcı ise mahkemede bulunamadıkları halde savunma yapmadıkları gerekçe göstererek, ‘tutukluluklarının devamını’ istiyor. Heyet talebi uyguluyor!

“Öldürecekler! 21.yüzyıldaki engizisyon. Avukat ve sanıklar olmadan hüküm kuruldu. Belki fiili olarak giyotini görmedik ama bıçağını hissettik!”

Esra Özakça tekerlekli sandalyede. O da eşi gibi açlık grevinde… Sesi cılız, mahkeme çıkışı… Son bir söz: “Ne söyleyeyim ki!”

Ne söylesin ki?

• • •

Müfredatın da naif olduğu yıllardı. Cihat dersleri konmadan, kadınla erkek, tüm toplum ayrıştırılmadan önceydi… Ne masum bir korkuydu; Toprak kayması…

Sanki toprak kayarsa… Altında kalma korkusu… Mutlak bir panzehri vardı: Ağaçlandırma…

Varmış bir anlamı… Meğerse birbirine göbekten bağlıymış…

Müfredatlarımızı, hayatlarımızı, ağaçlı yollarımızı, ‘hasbelkader bir nebze olsa da var olan’ ortaklığımızı, mezarlarımızı, yaşamlarımızı bozmadan önce… Ne acayip, ne çocukça kaygıydı; toprak kayması… Meğer daha da ürkütücüymüş…

Şimdi… Bir boy mezardan, bir dirhem topraktan ‘ayrılıktır’ ülke…

Acı iki taraftır… Mezara saldıranı koruyanla, mezara girmekte olanı korumaya çalışana saldırandır!

Toprak kayarken… Şakirtlerinizle birlikte hesabını yapamadığınız… Bu toprak hepimizin altındadır işte. Bu deniz aynı denizdir. Yüzen gemi bizimdir. Kayarsa… Hepimiz altında kalırız. Batarsa hepimiz boğuluruz!

Nedense böyle zamanlarda… Balat’a yerleşmiş bir mültecinin sözleri…

“Suriye’de beraber yapamadık; şimdi İstanbul’un çöplüklerinde birlikteyiz!”