Anayasa değişikliği paketinin referanduma gitmesi kaçınılmaz hale geldi. İktidarın sürecin başında öngördüğü bir durumla karşı

Anayasa değişikliği paketinin referanduma gitmesi kaçınılmaz hale geldi. İktidarın sürecin başında öngördüğü bir durumla karşı karşıyayız. Tam da bu noktada, iktidarın referandumu niçin bu derece istediği sorusu yanıt bekliyor. Diğer bir anlatımla, referandum stratejisinin ardındaki “aklın” iyi tahlil edilmesi gerekiyor.
Kuşkusuz, iktidarın Anayasa’da kendine engel gördüğü bazı maddeleri değiştirmesi kendi başına bir neden ve diğer partilerle uzlaşmadan bu değişiklikleri yapmak, referandumu kaçınılmaz kılıyor. Ancak, iktidarın referandum istekliliğinin arkasında başka önemli nedenlerin olduğunu da görmek durumundayız.
Anayasa değişikliğine gitmenin kaçınılmaz bir yolu olmanın ötesinde, referandum iktidarın ve projesinin toplumla ilişkileniş biçiminde yeni bir aşama ve stratejiye işaret ediyor. Bu yeni aşamada, şaşırtıcı olmayan bir biçimde, iktidarın otoriterlikle nitelenen projesi hızla totaliterlik arzusuna dönüşüyor.
Otoriterlik, çoğu durumda, yönetim yapılarını ve liderlik anlayışlarını nitelemeye yönelik olarak kullanılır. Öte yandan, totaliterlik siyasal yaşam yanında, ekonomik ve toplumsal yaşamdan, bireyin düşünsel dünyasına kadar uzanan geniş bir alan üzerinde mutlak hâkimiyet kurma arzusuna işaret eder.
Tam da bu tür bir arzunun parçası olarak, iktidar Anayasa değişikliğini siyasal alandaki sonuçlarıyla sınırlamıyor; dönüşüm projesini toplumsal alana doğru genişletiyor. Burada daha önce sağladığı kazanımların yetersiz olduğunu, yargı, üniversiteler, medya alanında başardığına benzer biçimde, toplumda da, direnişi kırmanın gerekli olduğunu düşünüp, referandumu bu amaca yönelik kullanmak istiyor.
Bu aşamada, referandum nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, iktidar açısından nihai hedef tutturulamayacak. Ancak bu tür bir sürecin sonucunda, toplumsal alanda alınacak sınırlı onay, toplumsal alandaki direnci kıracak ve bundan sonraki aşamaların önünü açacak. Anlaşılan o ki, siper savaşlarında olduğu gibi, toplumun da adım adım ele geçirilmesi öngörülüyor.
Öte yandan, totaliter toplum kurgusunun bir boyutu toplumsal alanda yönelik genişlemeyse, diğer boyutu liderlik kurumuyla yakından ilişkilidir. Çünkü organik toplum modeline dayanan bu tür totaliter projeler varlıklarını bir ideal etrafında kurarken, idealin kendisi, zaman içinde, liderin kendisiyle özdeşleşir; lider ideali temsil eden sembol haline gelir. Bu bir kutsallaştırma durumudur; ideal ve onun sembolü lider tartışma ve müzakere üstü bir yere konulur ve savunulur. Toplumdan beklenense bu sembol etrafında bütünleşmek, kenetlenmek ve nihai olarak bütün içinde erimektir.
Tam da bu noktada, aynı süreçte Başbakan etrafındaki liderlik egzersizlerine dikkat etmek gerekiyor. Nitekim TBMM’de yapılan görüşmelere bu ortam damgasını vurmuş bulunuyor. Başbakan kendi milletvekillerine yaptığı konuşmada, “ya tarih yazacaksınız, ya da tarih olacaksınız” diyor. Öyle ya organik bir bütün olarak hareket eden bir toplum yaratmak isteyen iktidarın bu bütünlüğü önce kendi partisinde kurması gerekiyor. İktidar milletvekilleri takibe alınıyor; sadakatsizler listesi hazırlanıyor.
Bu baskı ortamının yarattığı ruh hali dikkat çekici; Anayasa oylamasında karşı oy kullandığı söylenen, eski bakanlardan Kürşat Tüzmen, lidere sadakatini göstermek için, “Başbakan uçurumdan atlarsa, bize yakışan onunla uçuruma atlamaktır. Türk töresinde böyledir” diyor. Kürşat Tüzmen atlar mı atlamaz mı bilinmez ama iş sadakat yarışına dönüşünce, anlaşılan o ki, atlamaya hazır olan az değil;
TBMM Genel Kurulu’nda Başbakan Erdoğan’ın malvarlığıyla ilgili tartışmalar üzerine… AK Partili Zülfikar İzol oturduğu yerden fırladı ve “Yeter artık, yeter artık. İftiralarınızı artık kaldıramıyorum” diyerek bağırdı. CHP sıralarına doğru gitmeye çalışan İzol'a partili arkadaşları engel olmaya çalıştı. Ancak İzol, sinir krizi geçirerek bağırmayı sürdürdü. Bu arada İzol'un fenalaştığı görüldü. AK Partili vekiller tarafından apar topar kulise çıkarılan İzol'a ilk müdahale Meclis doktorları tarafından yapıldı. Bu esnada bazı milletvekilleri de ambulans ve sedye istedi. Zülfikar İzol'un parmağının kırıldığı anlaşıldı.
Özetlemek gerekirse; lider “ya tarih yazacaksınız ya da tarih olacaksınız” dedikten sonra, karşı oy kullanma suçlamasına uğrayıp, sadakatsizlikle suçlanan Tüzmen, muhtemelen tarih olmamak için, liderin ardından uçurumdan atlamayı, bir diğeriyse, liderin mal varlığını sorgulayan muhalefete saldırıp, parmağını kırarak tarih yazmayı seçiyor. Bütün bu süreç daha önce peygamberlik atfedilen Başbakan’ı tartışma üstü bir kutsallığa taşıma eğiliminin göstergesi olarak alınmalıdır.
Totaliter liderlik konusunda bir uzman, Koenigsberg, bakın ne diyor; “kutsal nesnenin saldırıya uğradığı tahayyül edildiğinde, siyasal şiddet ortaya çıkar. Düşman ya da sadakatsiz toplumsal grubun kendini özdeşleştirdiği kutsala saldıran diğer toplumsal grubu simgeler.”
Bütün bu değerlendirme bir abartı olarak görülebilir mi? Kanımca, abartı var; ancak bu burada yapılan değerlendirmenin değil, iktidarın yol açtığı bir abartıdır. Sorun şu ki, tarihte totaliter toplum projelerinin yol açtığı felaketlerin birçoğu bu tür abartılarla başlıyor; çok hızlı biçimde gerçekliğe dönüşüyor.
Bu konuda kuşkusuz iktidara kadar, muhalefete de bakmak gerekiyor. Totaliterlik dağınıklık ortamlarında yeşerir. Siyasal ve toplumsal düzlemlerde yaşanan dağınıklığın geniş biçimde hissedildiği bir ortamda, referandumda hayır cephesini sürüklemesi beklenen CHP’nin kendi dağınıklığı ve liderlik düzeyinde krize girmesi ilginç bir gelişmeye işaret ediyor.