Siz hiç kan davası bitirme seremonisine katıldınız mı? Ben katıldım. Urfa Mardin arası diyeyim, tam yerini söylemeyeyim. Mecburi hizmetle bölgeye gitmiş yeni mezun pratisyen hekimdim, doksanlar. Bir sabah telefon çaldı: “Ben jandarma komutanı, bugün filanca köyde kan davası bitirme seremonisi var, sizi de aramızda görmek istiyoruz.” Uyku sersemi, “Emredersiniz komutanım” filan dedim, sonra da kendi kendime güldüm. Bu tip durumlarda benim gibi “yabancı” ve eğitimli insanların bir tür bilirkişi gibi çağrıldığını duymuştum. Komutan telefonda tam olarak “Kan davası bitirme seremonisi” demişti… Seremoni denilince insanın aklına papyonlu tipler, piyano resitalleri filan geliyor.

Minibüs geldi, baktım içeride hep tanıdık tayfa. İki banka müdürü, bir noter, bir avukat, öğretmenler, doktor Selma Abla vardı tek kadın o. Selma Abla hariç diğer ekiple, haftasonları su başı diye bir yer var oraya gidiyor, kafa çekiyoruz. Çoğu İstanbullu. Yolda bu “seremoni” sözünün geyiğini çevirdik.

Bir saatlik yoldan sonra, uzaktan harabe gibi görünen bir köye geldik. Nasıl sinek var anlatamam. Bizi köydeki tek iki katlı evin önüne getirdiler, bizden önce iki kamyon jandarma gelmiş. Köylüler şalvarlarını savura savura yanımıza koşuyorlar, gömlek düğmelerini ceket ilikliyormuş gibi tutarak ve doksan derece eğilerek ellerimizi sıkıyorlar.

Evin içine girdik, bir sürü adam. Bunlar öteki köyden gelen kan davalılarmış, ev sahibi köy halkı arkadaki hayatta (ev bahçesine hayat derler) bekliyormuş. Aslında ilk bakışta bir düğün gibi ama tek fark duvar kenarında dizilmiş jandarmalar.

Bir imam var, mikrofondan ilahi okuyor. Köylüler yerdeki sedirlerde oturmuş bekliyor. Herkes tek tek hepimize selam verdi, yanımızda “bayan” olduğu için hepsi oturuşunu düzeltti. Selma Abla hemen bahçeye yöneldi, onu aramızdaki en uyanık olanlar takip etti. Ben ve iki kişi mecburen içeride kaldık. Herkes yanında yer açıyor, rasgele bir yere oturdum. Sarma sigara verdiler, Bitlis tütünü, kızılderililerin barış çubuğunu tüttürür gibi iki fırt içtim ve küllüğe bıraktım.

Yanımda oturanın oğlunu tedavi etmişim, Hasan’mış adı, o beni hatırlıyor da ben hatırlayamadım. “Sene 2000’e geliyor, rezillik ya, rezillik” dedi çaktırmadan. “Haklısınız, bugün bu iş sonlansın diye buraya geldik” dedim. Diğer tarafımda bir adam elini yumruk yapıp yere vurmaya başladı, iki üç yumruktan sonra bir ihtiyar, “İbrahim, İbrahim” dedi buyurgan bir edayla. Adının İbrahim olduğunu öğrendiğim adam yeri yumruklamayı kesti ve sonra ağlamaya başladı. Yanında bir başkası, “İbrahim, çakacam şimdi suratına, sus ulan, sus” dedi. Hasan kulağıma eğilip, “İbrahim’in oğlunu ve amcasını vurdular. Oğlu oracıkta öldü, amca da yatalak kalıp sonradan öldü.” Bir süre ilahi sesinden başka bir şey duyulmadı. Hayatta sofra kuruluyor, bir yandan da komutan ve Ankara’dan gelecekler bekleniyormuş.

Yeri yumruklayan İbrahim bana döndü ve yaşlı gözleriyle yüzüme bakıp, “Pöccüğü söndürem mi?” dedi. Üç beş saniye beynim fokurdadı, hiçbir şey anlamadım. Küllüğe bıraktığım sigarayı söylüyormuş. Hasan, “Söndür söndür” dedi. İbrahim, “Keşke her ateş böyle kolay sönse” deyince, çevresindekiler yine hasbinallah çektiler.

“Hava alacağım” diye kalktım, hayata açılan kapıya gittim, jandarma erleri “Buyrun doktor bey” diye yol verdiler. Dışarıda çarşaflı kadınlar uzun yer sofrasına tencereler ve ayran kupaları bırakıyordu. Bizim ekibe sandalye vermişler, köylülerin çoğu çömelmiş sigara içip toprağı izliyorlar. Konuşan yok. Hocanın sesi burada daha çok duyuluyor, çünkü bahçeye hoparlör çekmişler. Bizim bankacı Tuncay var, o da oradaki köylülerle konuşuyor. Bir köylünün Tuncay’a “Köklerini kurutacaktık,” dediğini duydum, arkadan biri onu hemen susturdu.

Derken bir hareketlenme oldu. İki askeri araç, bir de Ankara plakalı makam arabasını seçebildim. Göz açıp kapayana dek, bir milletvekili, kaymakam, iki de komutan avluya girdiler. Onları bizim gibi ev içinden değil, bahçe kapısından aldılar. Köyün muhtarı olduğunu sandığım biri sofraya buyur etti ama vekil önce konuşma yapacağını söyledi. DSP’den, ince yapılı, kırk yaşlarında biri. Hoca ilahisini hızlıca bitirdi ve mikrofonun kablosunu çeke çeke, vekile yetiştirdiler. Vekil elinde mikrofon, ev içindeki misafir köylülerin bahçede toplanmasını bekledi. Kan davalı iki köyden toplam kırk kadar köylü, bir düzine jandarma, bizler, hepimiz ayakta ve sessizce yerimizi aldık. Vekil selam sabah faslını atlayıp söze girdi:

“Amerikalılar Japonların iki kentine iki atom bombası attılar, biliyorsunuz” dedi. “220 bin kişi bir anda, cayır cayır yanarak öldü.” Herkes sessizce yere bakıyordu.

“Bu katliamdan sadece bir yıl sonra, genç Japonlar’dan oluşan bir heyet Amerika’ya gitti. Uçaktan üzerlerine bomba atanların ülkesine. Nereye gittiler biliyor musunuz? Ford fabrikasına gittiler... Ford fabrikasına gittiler ve kendi otomobillerini geliştirmenin yollarını aradılar. Ben bugün buraya Toyota arabayla geldim. Anlıyor musunuz beni?” Köylüler uslu öğrenciler gibi, “Anlıyoruz” diye mırıldandılar.

“Japonların bir sözü vardır: Ne kin tut, ne de unut… Bu iki köy kırk yıldır kan davası güdüyor. On dört kişi öldü, otuza yakın insan da yaralandı, sakat kaldı. Burada yaşlı az, yani çoğunuz doğduğunuz günden beri korkuyla yaşıyorsunuz. Ne için? Size ölenlerinizi unutun demiyorum, kin tutmayın diyorum. Ne kin tutun, ne de unutun. Buraya sizin için değil, daha doğmamış çocuklarınız için geldim. Siz unutmayın ki, çocuklarınız da bu işin şaka olmadığını bilsin, kin tutmayın ki çocuklarınız birbirine bilenmesin. Esas yiğitlik, meydanı sahte yiğitliğe bırakmamaktır. Misafirlerimizin şahitliğinde bana şerefiniz, namusunuz, Allah ve kitap için, bir daha kin tutmayacağınıza söz veriyor musunuz?”

Şaşırtıcı biçimde ilk bağıran İbrahim oldu: “Veriyoruz…” Onu diğer köylüler izledi. Ardından tüm köylüler birbirine tek tek sarıldı. Bizimkiler dahil herkesin gözleri yaşlı… Yemeğe oturduk. Selma Abla’ya bir kenarda masa koydular, kalan hepimiz yerde yedik.

Şimdi tüm bunları nereden hatırladım biliyor musun? Geçen televizyonda baktım, TOGG açılış seremonisi diyorlar. Seremoni. Üstelik memleketim Bursa’da… Ulan o Bursa dediğin şehir, elli yıldır otomotiv sektörüyle ekmek yiyor. Tek bir patenti olmayan seçim arabasını ilk yerli otomobil diye kaktırıyorsun. Başka kentte yaşayanı bilmem de, Bursalı nasıl yer bunu? Hep katlama, hep uçurma; süpür halının altına.

Çözüm süreci AKP’nin yaptığı en iyi şeydi ama süreci yönetemediler. Hatalı olan süreç değil, sürecin yönetimiydi. Aslında komple hatalıydık. Erdoğan, o köydeki vekil gibi bir üst konumda olabilecekken, bu hiç gerçekleşmedi, %50’den daha güçlü alkış almak için, %100’ü kaybetti, bana daha büyük israf gösterebilir misin? Peki biz ne kaybettik biliyor musun? Bu hır gürün üstünde duracak tarafsız bir gücü kaybettik. Çözüm süreci de şahidi ve bilirkişisi tayin edilmediği için kaybedildi. Demirtaş’ı hapiste tutarak, önüne gelene terörist diyerek bu davayı bitiremezsin. Şu an hayatta olanların yüzde sekseni bu kan davası başladığında daha doğmamıştı.

O yoksul köyde tüm köylülerin gıcır gıcır silahları varmış. Şalvarları yamalı ama silahları son model… Biz silah tüccarlarını zengin edip milleti aç bırakmaya daha ne kadar devam edeceğiz? Bu ülke terörden ne zaman kurtulacak? Japonların tam tersini yapıyoruz farkında mısın: her şeyi unutuyoruz ama kin tutmayı bırakmıyoruz. Tasarımı bile ithal “yerli ve milli” arabaya seremoni yapacağına söyle bakalım, bizden bir Toyota ne zaman çıkacak?