Olga Tokarczuk, Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler’de, 60 yıllık bir tarihi anlatırken, roman karakterlerinin yaşantılarını tarihin döngüsü içerisindeki şekillenişleriyle beraber gözler önüne seriyor

Toza dönüşen dünya

SEDA SEVİNÇ

“Nasıl yaşayacağını öğrenirken, nasıl öleceğini öğreniyormuş insan.”

Olga Tokarczuk’un yeni yapıtı Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler, Türkiye’de Lehçe’nin bilindik sesi Neşe Taluy Yüce’nin çevirisi ile raflardaki yerini aldı. Tokarczuk, bu yapıtında hayatın ve dünyanın bilinmeyen kapılarının ardındaki çok bilindik gerçeklerle bizi yüzleştirirken, savaşın yarattığı yıkım, çaresizlik ve şiddete değinmeden geçmiyor. Tanrı’nın varlığını başka nesnelerde başka ruhlarda izletirken, sıkışıp kalmış varlıkların sefil yaşamlarından kesitleri ustaca ve yalın bir şekilde sunuyor.

Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler, Polonya’nın ufak bir kasabasındaki iç içe geçmiş yaşam kesitlerini anlatmaktadır. Zaman bu kasabada daha farklı akmakta ve kuşakların kuşakları izlediği bu zaman diliminde tarihsel olaylar ve inanışlar çerçevesinde herkes kendi kaderini belirlemek istemektedir. Ancak kaderlerin bilinçli olarak çizilmesi bu kadar kolay olmayacaktır. Toprak sahibi olarak adlandırılan Bay Popielski inancını yitirir ve bir oyunun içine kendini hapseder. Zavallı Genowefa savaştan dönmesini beklediği kocasından başkasına âşık olur ve kendi öz benliği ile tanışır. Hiç beklenmedik bir anda geri gelen Michal yalnızca geçmişini düşünerek yaşamaya koyulur; ancak bu şekilde hayatına devam edebilmektedir. Çıplak ayakla tüm kasabayı dolaşıp bedenini kendi hazları ve yaşamı için sunan Başak normlara göre hareket etmemektedir ve bir yandan da normallik olgusunu sorgulamaktadır. Adanmış bir hayatın adı olan Misia kendini yakışıklı kocası Pawel ile fark etmektedir: o güzel bir kadındır. Michal da bir yandan kendini Pawel ile tanımlamaktadır: Bu yakışıklı suret kendini yaşlı ve çirkin hissettirir. Başkalarının gözünden insanın benliği nasıl görünmektedir? Bu kasabada herkes birbirine ayna tutar; gerçekler ve gerçek olmak istenen şeyler birbirine girer ve yazgının renkleri iç içe geçer.

FELSEFİ BİR ROMANtoza-donusen-dunya-840848-1.

Tarihte toplumların yaşayışlarını değiştiren en büyük etkenin savaş olduğu görülmüştür. Birinci Dünya Savaşı’nın verdiği vahşet ve yıkım toplulukları bir yeniden doğma yanılgısı içerisine sürüklemiş, yarınların beklenmedik bir şekilde ellerinden alınabileceği gerçeğiyle yüzleştirmiştir. Var olabilmenin ve şansın değerini anlayanlar kısa da olsa girdikleri nekahet döneminden sonra geçen bu zamana anlam aramak ve yüklemek istercesine kanlı savaşlardan, kilometrelere dayanan siperlerden, vatanın bölünmezliğinden, kahramanlıktan ve çaresizliğin vücut bulmuş hâllerinden şiirsel bir şekilde bahsederken, edebiyat millet bütünlüğüyle dolup taşan ancak tezat bir şekilde savaş çığırtkanlığı da yapılan bir alana dönüşmüştür. Kuşkusuz edebiyatın istemeden de olsa destekleyiciliğini yapacağı İkinci Dünya Savaşı denilen kıyım, her şeyin ardından aynı şükür duygusuyla tüm insanlığı saracak ancak toplum bu kez anlam arama isteğini kaybedecektir. Bu da edebiyatı ve insanlığı içine kapatıp, benliğinin sorgulamasını yapmaya itecektir. Tam da bu dönemi yansıtan Tokarczuk, bir Polonya kasabasının sakinlerinin gözünden ölüm ve yaşamı, Tanrı’yı ve Tanrıtanımazlığı, cennet ve cehennemi felsefi bir yaklaşımla okurun karşısına çıkarıyor.

Her iki savaşa ve döneme ev sahipliği yapan Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler, tıpkı savaşın yıkıcılığının her koşulda kabul edilmesi gibi, farklı insanların pencerelerinden manzaraları, her koşulda bir Tanrı olgusuna dayanarak, gösteriyor. Bu ikilemi yer yer Sartre’ın varoluşçuluğunun esintileriyle beraber aktaran Tokarczuk, her karakteriyle, o can alıcı soruları soruyor: Nereye gidiyoruz? Zamanın amacı nedir? Bu sorulara farklı manzaralardan farklı cevaplar verdirten yazar, aynı zamanda Tanrı’yı da farklı suretler ve ruhlarda göstererek Tanrı’ya da varoluşçu bir anlam katıyor. Örneğin bir gün Tanrı, Başak’ın evinin yakınlarındaki olgunlaşmış erik büyüklüğündeki böğürtlenlerde ortaya çıkar. Bu böğürtlenler kendini Başak’a insanların kara bir uçuruma kaydığı bir dünyayı gösterir. Başka bir zamanda küçük hahamın Toprak Sahibi Popielski’ye verdiği oyunda ortaya çıkar. Oyuna başlamak için garip sekiz köşeli bir zarı yek getirmek gerekmektedir ve oyunun tüm kurallarına uymak isteyen Popielski’yi zorlu bir sebat süreci beklemektedir. Kendini bir oyunun suretinde gerçekleştiren Tanrı, insana bu oyunla sanki hayatın kurallarını anlatmaktadır; hayatın içinde var olan tüm gerçekleri yavaşça sunmaktadır.

TANRI’NIN YOKLUĞU

Sartre’ın varoluşçuluğuna değinen bir diğer yan ise Tanrı’nın insanlaşıp, varlık olmasıdır. Zira bu felsefeye göre Tanrı yoktur, eğer var olsaydı kimse bir seçim yapmak zorunda kalmaz, var olan planın üzerinden olacaklar gerçekleşirdi. Fakat yazar burada Tanrı’yı da yalnız kalan, yalnızlıktan sıkılan, insanı sürgüne gönderenin kendisi olduğunu düşünerek onu özleyen bir varlık olarak işlemiş, kendi seçimleri ve var oluş biçimine hapsedilmiştir. İnsana dönen Tanrı hatta kendini bulma yolculuğuna bile çıkmıştır.

Romanın tamamına işlenmiş Tanrı ve İnsan karşıtlığını Ölüm ve Yaşam karşıtlığı izler. Roman da adını buradan alır; Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler: Yaşam ve ölüm vakitleri. Sınır, demiştir Tokarczuk, Kadimzamanlar’daki herkes tarafından bilinen bilet gişesinin hemen ötesinden geçmekteyken, bir yandan da aslında tam olarak bilinmemektedir. Burada yazar, sınırla birlikte yaşam-ölüm çizgisini çizmiş, Kadimzamanlar’ı adeta hayat ile ilişkilendirmiştir. Bununla birlikte Tokarzcuk bizlere yaşam ve ölüm çizgisinin ne kadar da önümüzde duran bir şey olduğunu öte yandan da asla gerçekte göremediğimiz mistik bir hat olduğunu göstermek istemektedir: Zaman kaçar, ölüm kovalar. Ne var ki insan zamanın ve yaşamın gizemini ancak ölümle beraber keşfeder ancak bunun için de artık çok geçtir.

Hayatın içinde düşüncelerle yoğrulmuş duyguları da anlatır Tokarczuk, bizlere düşüncelere değen her duygunun saflığını yitirdiğini anlatmaya çalışır. İnsan düşündükçe başka şeylerle karşılaşır; eh zaten yaşamın kendisi sanki bir düşünce yumağıdır. Dider Jacob’un da dediği gibi Nobel, Tokarczuk’u seçerken yalnızca kadın bir yazar seçmedi, yüzyılın sesini de seçti. Dönemimizin en özgün, en yalın ve en dokunaklı anlatılarının sahiplerinden biri olan Olga Tokarczuk, Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler’de, 60 yıllık bir tarihi anlatırken, roman karakterlerinin yaşantılarını tarihin döngüsü içerisindeki şekillenişleriyle beraber gözler önüne seriyor.