Geçenlerde sinemayla ilgili Türkçe bir sitede, Milcho Manchevski’nin Dust/Toz (2001) adlı filmiyle ilgili tuhaf bir yoruma rastladım. Yorumcu, Manchevski’nin ırkçı genleri olduğunu iddia ediyordu. Neden? Manchevski 1903 Makedonya Ayaklanmaları’nı anlattığı bu filmde Osmanlı’yı ‘kötü gösterdiği’ için...

Yugoslavya’nın parçalanma sürecine dair filmi Before the Rain/Yağmurdan Önce (1994) ile tanınan Manchevski’nin Toz’u, aslında tarih-bellek ilişkisine dair bir soruşturmadır. Hikâyenin büyük bölümünü New York’ta yaşayan, neredeyse 100 yaşına merdiven dayamış Angela’dan dinleriz. Dairesine giren Edge adlı genç hırsızı esir alan Angela, 20’nci yüzyıl başlarında yaşamış Luke ve Elijah adlı iki kovboy kardeşin öyküsünü anlatmaya başlar.

Aynı kadına âşık olan kardeşlerden Luke ABD’den Avrupa’ya kaçar. Osmanlı İmparatorluğu’na karşı direnen isyancıların başına büyük ödül konduğunu öğrenince Makedonya’ya gidip ‘kelle avcılığı’na başlar. Karısıyla birlikte olan kardeşinden intikam almak için Elijah da aynı topraklara gelmiştir. Kardeşler farklı çetelerle Öğretmen adlı isyancıyı yakalamaya çalışırken Luke yaralanır, bir Makedon köyüne sığınır. Burada Neda adlı hamile genç kadınla tanışır. Luke’a silahını altın için değil insanların özgürlüğü için kullanmasını söyleyen Neda aslında Öğretmen’in karısı ve yoldaşıdır.

Bu arada filmin temel anlatı düzeyinde öyküyü aktaran Angela kalp krizi geçirir, altınların yerini öğrenmek isteyen Edge onu hastaneye yatırır. Angela anlatmayı sürdürür: Osmanlı paşası emrindeki askerlerle köye gelir, Öğretmen’i öldürdükten sonra ‘karısının karnındaki tohum’u da öldürmeyi amaçlamaktadır.

Anlatıcı Angela ölür. Edge altınları bulmuştur ama Angela’yla aralarında kurulan bağdan dolayı kadının küllerini Makedonya’ya götürmek için yola çıkar. Hikâyeyi artık Edge anlatmaktadır. Anlatıcı değişimiyle filmin akışı da değişir, cahil bir küçük suçlu olan Edge hikâyeyi basit bir western öyküsüne çevirir: Kişisel çıkarından başka bir şey düşünmeyen Luke kahraman bir kovboya dönüşür, köyün işgalcilerden kurtuluşuna önderlik eder. Böylece, tarihin yapanlar değil yazanlar tarafından biçimlendirilişine yönelik sinematografik bir soruşturma izlemiş oluruz.

Toz üzerinden 'Manchevski’nin ırkçılığı'na dair yapılan seyirci yorumu, ne yazık ki Türkiye'nin tarih anlayışının tipik bir yansıması. Önce saray tarihçiliği, sonra Türkçülük ve ardından da Türk-İslam senteziyle biçimlendirilen bu anlayış, geçmişin kayıtsız şartsız yüceltilmesine, olay ve olguların akılcı ve nesnel değil ideolojik ve idealist biçimde algılanmasına dayalıdır.

Bugün, son 18 yıldır RTE-AKP iktidarı tarafından eğitim sisteminin temeline yerleştirilen, kitle kültürü ürünlerinde sürekli pompalanan bu zihniyetle cahil bırakılmış koskoca bir toplumun dramına tanıklık ediyoruz: Kendilerine sunulandan başka bir şey okumadıkları/izlemedikleri için dünyayı bilmiyorlar, bu cehaletin beslediği hastalıklı özgüvenle kendilerini evrenin merkezinde konumlandırıyorlar. Sonra da, bugün Osmanlı'yı büyük bir nefretle anan Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Balkan halklarının Osmanlı ve hilafet özlemi çektiğini sanıyor, ‘dünya Osmanlı’nın adaletine muhtaç’ gibi ayağı yere basmayan söylemler üretiyorlar.

Yani mesele sadece Toz değil... Kaldı ki, Balkan ülkelerinin 1940’lardan itibaren filmleştirdiği, ‘Osmanlı adaleti’ denilen o hayalî şeyin gerçek doğasına dair çok sayıda anlatı var: Osmanlı ordusuna direnen Kosovalı Sırplar'ın öyküsü Boj na Kosovu (1964); Arnavut ulusal kahramanı Scanderbeg’in Osmanlı’ya karşı direnişinin destanı The Great Warrior Skanderbeg (1954); Osmanlı'ya karşı Eger Kalesi’ni savunan Macarlar'ın hikâyesi Egri Csillagok (1968); Tatarlar’a ve Osmanlı’ya karşı ülkelerini savunan Polonyalılar’ın öyküsü Pan Wolodyjowski (1969); 1820lerde Papaflessas liderliğinde Osmanlı’ya karşı bağımsızlık savaşı veren Yunanların öyküsü I Megali Stigmi tou ‘21: Papaflessas (1971); Polonya ile ittifak yaparak Osmanlı’ya karşı direnen Romen Kralı Mircea’nın hikâyesi Mircea (1989); Moldova Kralı Büyük Stefan’ın Osmanlı'yı yendiği Vaslui Savaşı'nın öyküsü Stefan cel Mare (1975) vs.

Anlayacağınız, Osmanlı oralara nasıl bir adalet götürdüyse artık, hiç kimse hayırla yad etmiyor; 'Osmanlı adaleti' denilen şeyi Türkiye tozunun içinde yuvarlanıp duranlardan başka kimse bilmiyor...