Trajik hikâyelerden sadece biri!

Uğur PORTAKAL

İlk cümleler kurulduktan sonra Mardin’in Suriye sınırına yakın bir köyünde “Jitemci” diyebileceğimiz esrarengiz insanların, köyün sırası gelmemiş ağalık adayıyla irtibata geçmeleriyle başlayan trajik bir hikâyenin içinde buluyoruz kendimizi. Adnan Gerger, feodalitenin mengenesi arasında sıkışmış, direnmeyi bilmeyen ya da belki direnmeyi hiç yeğlememiş insanlarının bu yapıyı sündürerek istediği kıvama nasıl getirdiğini, âdeta açık hava tiyatrosunda izletiyor bize. Roman karakterlerinden Aşküfledi’nin aile nişanesi olan zurnasını çalışını her sayfa hışırtısında duyabileceğiniz, bazen Gaziantep yöresinden bir Barak türküsünün hikâyesini işitir gibi, bazen de kadim bir geçmişten gelen efsunlu bir enstrümanın sesinden arınmış gibi okuru hep diri kılarak, kodlarında var olan mistik bir sesle hikâyede tutmayı başarıyor. Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt’ünde bahsettiği “üst insan” kimliğine ulaşamamış, bilincini sorgulamaktan ziyade ebedi bir teslimiyete uğurlamış insanların sistem karşısında nasıl köleleştiğini belgeleyen, bir nevi geleceğe dair yazılmış mektup niteliğinde bir roman da diyebiliriz Tavhane Çocukları için. Marabaların giyitleri üzerine silahlar kuşandığı, ağa kapısından olanların ise kanını kuşanmışlar üzerinden akıttığı bir Doğu çıkmazı! Bilen bilir; dağ ne kadar yüksek ve karlıysa aşağısı o kadar yeşil ve hayat doludur. Ancak o yüksek ve karlı dağların görkemli ağalarına rağmen hiç yeşillenemediği de gerçektir.

Yılların deneyimi ve zengin sözcüklerle ele alınmış Tavhane Çocukları gerek hikâyesi gerek okuyucuların tezahüründe uyandırdığı imgelerle; hayata, sokağa ve o sokakların aslında hiç doğurmadığı “çocuklarına” dair bakış açımıza yeni bir pencere açıyor. Karakterleri birbirinin cebinde ustaca gezdiren Gerger, aynı ustalıkla sağ cebindekini sola, bazı anlarda ise bir sihirbaz gibi hissettirmeden karşısında duran ötekinin cebine bırakıyor. Öz ağabeyinin dünyaya ve aşka dair hayallerini kurşundan geçirip bir elek gibi güneşe tutmuş hain bir kardeşin, insanların yazgısını değiştirdiği olaylar örgüsü… Aile nişaneleri olan zurnanın cin deliğinin de şeytan deliğinin de içinden geçerek kendi sonunu hazırlamış, karanlık işlerin merkezinde gizemini sürdürmeye devam eden bir ajanın tükeniş hikâyesi… Her karakterin kendi hikâyesinin dahi ayrı bir kitap olabileceği bir roman bu! Gazeteci kimliğiyle yıllardır heybesinde sakladığının toprağa kavuşma zamanının geldiğini düşünüyor bence Gerger; kendinden sonrakilere açık bir tohum gömüyor. Ben bunu bir yüzleşme olarak görüyorum. Katliamları, feodaliteyi, çıkmazları, metaforik olarak iktidar ve medyayla özdeşleşmiş olan örümcek ağı benzeri yapıların insanları tuzağa çeken, iktidarlarına karşın tükenmiş, çaresiz, mürdümgiriz insanları da bir o kadar umuduyla baş başa bırakan roman, hikâyesi boyunca bunlardan vazgeçmiyor.

Mezopotamya topraklarından köyleri boşaltılarak sürgüne gönderilmiş, kimi bir umut İstanbul’a kimi başkente ulaşmış “3 bin köy ve mezra, 312 bin kişinin” ise kulağa fısıldanmış trajik hikâyelerinden sadece biri niteliğinde olmasına rağmen, fısıltıyla işittiğini yüksek sesle bağırıyor bu hikâyede. Bunun yanı sıra Gerger, gazetecilik adabını ve iktidar-medya ilişkisini, tıpkı bugün olduğu gibi, o karanlık dönemin kraldan çok kralcılarına, veciz anlatılar yaparak göndermede bulunuyor. Toplumsal gerçekçi diye sınıflandırabileceğim bu romanda ve ondan bin yıllar öncesinde, kâğıda yabancı bir çağda, Şanlıurfa’nın Sultan Tepe Köyü’nde bulunmuş Sümerli yazar Ludingirra’nın bıraktığı kil tablete yazılmış bir öyküsü düşüyor aklıma:

“Biz ne yaptık ne başardıysak hepsini onlar üstlenecekler. Bu durum beni yıllardan beri üzüyordu. Ben küçük bir adamım, bunu önlemek elimden gelmez diye yakınıyordum. Bir gün aklıma geldi. Ben bir yazar olduğuma göre; ulusumuzun bulduklarını, başardıklarını, geçmişini, geleneklerimizi yazmaya karar verdim. Böylece herkese ulaşacağını umut ediyorum.”

Bir okur olarak geçmişimizin karanlık yanlarının bilinmesi adına Tavhane Çocukları ve ona benzer eserleri önemsiyor, yakın geleceğimize ışık tutacağını umut ediyorum. Çeşitli muktedir iktidarlar karşısında sıkışıp kalmış bir avuç insanın sürgününü başkente taşıyarak devasa plazaların göğsüne bir haşhaşi hançeri gibi sapladığı için de yazara kıvanıyorum.