‘Transatlantik ittifakı artık çatırdadı’

Yusuf Tuna Koç

Dünya ve Türkiye’nin içinde bulunduğu mevcut durumu; AB-Türkiye ilişkilerini ve Suriye’de İdlib operasyonuyla başlayacak yeni dönemi Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu ile konuştuk

»Kriz öncesi dünyada, Avrupa Birliği önemli bir ekonomik-siyasi birlik olmanın yanı sıra, kültürel-ideolojik merkez olma misyonu da üstlenmişti. Bugün ise eski AB’den ve etkinliğinden söz etmek mümkün değil. AB’deki parçalanma ve yeni güç merkezlerinin oluşumu noktasında, nasıl bir süreç yaşanıyor?
AB’nin dolayısıyla Avrupa’nın bir kimlik bunalımı yaşadığını söyleyebiliriz. AB aslında malların, hizmetlerin özellikle de sermayenin serbest dolaşımının geçerli olduğu, Avrupa Komisyonu’nun piyasa egemenliğini ve rekabet kurallarını dayattığı neoliberal bir projeydi. Öte yandan özellikle de eski kıta dışındaki kitlelerde özgürlük, adalet, güvenlik çağrışımı yapan çekici bir yanı vardı. Refah devletinin kurumları zayıflasa da hala sosyal devletin izlerinin görüldüğü bir coğrafyaydı. Kant’tan beri Avrupa fikri “sürekli barışın” hüküm sürdüğü, ulus devletler arasındaki çatışmaların en aza indirildiği “kozmopolit” bir tasarımdı. Küresel finansal krizle birlikte her hükümet kendi şirketlerinin, bankalarının derdine düştü, ulus devlet yapısının sönümlenmediği ortaya çıktı. Krizden az etkilenen, başta Almanya gelmek üzere Avusturya, Hollanda gibi “tuzu kurular”, çevre ülkeleri sorumlu tutarken; Yunanistan, Portekiz, İspanya gibi “vurgun yiyenler” ise AB işleyişinin kendilerini bu hale düşürdüğünü düşünmeye başladılar. Neoliberalizm, kapitalist küreselleşme zihniyeti kriz sonrası tüm dünyada irtifa kaybederken, bu dalga Avrupa’da da hissedildi. Kendilerinin ekonomik konumlarını yitirmelerinden Brüksel’i, teknokratları, göçmenleri suçlayan halk kesimleri aşırı sağ, reaksiyoner partilere yöneldiler. Fransa’dan, Avusturya, İtalya, Danimarka’ya kadar bir çok ülkede bu tepkisellik gözlenirken, 2016’da Büyük Britanya’nın Brexit referandumuyla AB’yi terk kararı birliğe en büyük darbeyi vurdu. Krizi derinden yaşayan ülkelerde ise Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos, Portekiz’te Sol Blok ile sol düşünceler rağbet kazanırken; Yunanistan’da “sol programın” uygulanmasının Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve IMF tarafından engellenmesi bu umut dalgasını da sönümlendirdi. Özetle, Avrupa eski çekiciliğini yitirse de, hala göreceli anlamda demokrasinin, hoşgörünün, uygarlığın beşiği olarak algılanmaya devam ediyor. Dolayısıyla birliğe katılmak için çaba gösteren ülkeler az değil.

“Almanya ve Fransa’nın açmazları var”
» Almanya ve Fransa’nın Avrupa ama aynı zamanda dünya siyasetinde yeni bir potansiyel odak olarak söz etmek mümkün mü? Nasıl bir potansiyeli temsil ediyorlar?
Brexit sonrası Almanya ve Fransa bir blok olarak davranmadıkları takdirde AB’nin dağılacağını anladılar. Her ikisinin de şöyle bir açmazları var: Hala tarihsel kodlarına uygun bir biçimde büyük devlet olma, emperyal amaçlar gütme reflekslerini sürdürüyorlar, gelgelelim güçlerinin sınırlarını da bildikleri için bu iddianın tek başlarına değil, olsa olsa bir birlik fikri etrafında canlı tutulabileceğinin de farkındalar. Hatırlanırsa 2003’te ABD’nin Irak işgaline de birlikte karşı çıkmışlar, Neoconlar tarafından “eski Avrupa” diye yaftalanmışlardı. Almanya başbakanı Merkel “Transatlantik Paktı’nın”, “dünya düzeninin” Trump gibi “uçuklar” karşısından sağduyulu sesi gibi algılanıyor. Fransa’nın cumhurbaşkanı Macron ise tam sağın yükselişi sırasında Blair’in, Clinton’un liberal kozmopolit düzeninin yeni temsilcisi olarak ortaya çıktı. Her iki ülke de, özellikle Fransa bir yandan 2003’ün aksine ABD’nin Ortadoğu stratejisinin saldırgan müttefikleri olarak dikkat çekerken, öte yandan Rusya ve Çin ile yakınlaşmaktan da kaçınmıyorlar. Avrupa’nın askeri gücünü artırması, ABD’nin karşısında/yanında dengeleyici bir unsur olarak yer alması konusunda da hem fikirler. Almanya dünyanın en fazla cari fazla veren ülkesi; Çin’in hızlı büyümesinden, özellikle “sermaye malları” ihracatıyla avantaj sağlayan, tasarruf oranı çok yüksek, özetle güçlü ve istikrarlı bir ekonomi. Fransa ise ekonomik anlamda atılım yapamayan, ama konumunu da tam yitirmeyen ara bir güç. Her ikisi de ekonomik anlamda serbest ticaretin, küreselleşmenin savunucuları.

»ABD ile ilişkiler hiç de iyi gitmiyor. Trump, NATO’yu da Avrupa ülkeleriyle olan ittifakı da zorluyor. ABD, Rusya ve Çin gerilimi içinde, Avrupa ülkelerinin konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Trump AB’yi “düşman” olarak nitelemekten çekinmeyecek kadar ileri gidebiliyor. Özellikle Almanya’nın enerji politikasını, göçmen konusuna yaklaşımını, Rusya ve İran’la ilişkilerini eleştiriyor. En fazla üzerinde durduğu konu ise, başta Almanya, Avrupa ülkelerinin NATO bütçesine yeterince katkı yapmamaları. Avrupalılar ise bu iddiaya, uluslararası kuruluşların bütçelerine katkı sağlama, insani yardımların arkasında durma anlamında üzerlerine düşeni yaptıklarını söyleyerek karşılık veriyorlar. Bu durumu “kolektif emperyalizmin” ana unsurları ABD ve AB arasında bir çatlak diye nitelemek de mümkün. Trump’ın “Ben Parislilere değil Pitsburglulara karşı sorumluyum” teranesiyle “iklim değişikliği” gerçeğini inkar etmesi, durduk yerde Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak kabul edip ipleri germesi, “durmuş oturmuş” bir tarza sahip Avrupalı emperyalistleri tedirgin ediyor. Nitekim Alman başbakanı Angela Merkel “Artık Avrupalılar tamamıyla başkalarına bağımlı değil, kendi kaderimizi kendi ellerimize almalıyız” sözleriyle ABD’nin küresel liderliğini tanımayabileceğini hissettiriyor. Özetle, ABD’nin ekonomik egemenliğinin gerilediği, buna karşın askeri üstünlüğünü sürdürdüğü bir kavşakta, “bu asimetrinin” gerginlikleri tüm coğrafyalarda hissediliyor. Gramsci’nin “eskinin çürüyüp yok olduğu, yeninin ise henüz doğmadığı” sözlerinin geçerli olduğu bir dünya durumunda bu gerginlikler Transatlantik ittifakında da, ABD-AB hattında da fazlasıyla hissediliyor.

AB, Erdoğan’a inanmıştı
»Türkiye açısından son hafta, Avrupa ülkeleriyle ile ilişkiler noktasında yeni sözlerin söylenmeye başladığı bir hafta oldu. Neler oluyor diye başlayalım.
Bir yönüyle Türkiye-AB ilişkileri en az gerilimli dönemini yaşıyor. Hatırlanırsa 2005’te tam üyelik müzakerelerinin başladığı dönemde Türkiye’ye ilişkin tavır üye ülkeler arasında çatlaklara neden olmuştu. İngiltere Türkiye’nin tam üyeliğinden yana tavır alıyordu; nedeni de, Londra özellikle Bush-Blair ittifakında iki ülke arasındaki “özel ilişkinin” öne çıktığı bir konjonktürde, tam kaynaşmış sıkı bir birlikten yana değildi. Türkiye gibi ciddi bir kültürel ve ekonomik gelişmişlik farkı bulunan bir ülkenin tam üyeliği kendiliğinden gevşek bir AB anlamına gelecekti. O dönem ilk kez Merkel’in “ayrıcalıklı ortaklığı” telaffuz etmesi, böylelikle “tam üyelik” kapısını kapaması hem Avrupa’da bazı çevrelerde, hem de Türkiye’de liberal-sol liberal mahfillerde büyük tepki toplamıştı. Çünkü Tayyip Erdoğan’ın “bürokratik vesayeti” tasfiye edeceğine, Müslüman demokrasiyi hayata geçireceğine, Kopenhag kriterleri diye ifade edilen “demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan haklarına ve azınlık haklarına saygı” gibi konularda hüsnüniyetli olduğuna inanç tamdı. Zaman içerisinde AKP rejiminin giderek daha baskıcı, otoriter, şoven bir çizgi tutturması, Türkiye’de özgürlüklerin, demokrasinin, insan haklarının geliştiğini hiç kimsenin iddia edememesi gerilimi azalttı. Çünkü artık ne AB cephesinden Türkiye’nin “birlik değerleriyle” uyuşacağını iddia eden bir kesim kaldı, ne de Türkiye’den samimiyetle AB üyeliğini umut eden kimse.

transatlantik-ittifaki-artik-catirdadi-505325-1.

»Macron, AB üyeliğinin iptalinden söz etti, bunu söylerken Erdoğan’lı Türkiye’nin, ‘Atatürk’ün ülkesi olmaktan çıktığı’ tespitinde bulundu ve ‘stratejik müttefiklik’ olarak yeni bir ilişki zemini işaret etti. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Bu noktada Macron’un, “Türkiye’nin Atatürk’ün ülkesi olmaktan çıktığı” değerlendirmesinin samimiyetsizliğini teşhir etmek gerekiyor. Macron’un sözleri, ülkemizde eksiğiyle gediğiyle varolan Cumhuriyet’in tüm kurumlarının tahrip edilmesi, Aydınlanma değerlerinin yok sayılması, gericileşmenin, cehaletin ve kabalığın adeta teşvik edilmesi gerçeğini tesbit açısından elbette doğrudur. Ne var ki, bu gelişmelere yıllarca çanak tutan, Kemalist vesayetin tasfiyesini alkışlayan kendileri değil miydi? Evet Türkiye’de Batı ile ilişkileri güçlü liberaller-sol liberaller tüm varlıklarıyla bu ideolojik okumayı yaygınlaştırdılar, ne yazık ki Avrupa’nın solcuları ve sosyalistleri de pek itiraz etmeyip uzun süre Erdoğan rejimine dolaylı destek verdiler.

Almanya, elini cebine atmaz
»Merkel ise ‘istikrarlı bir Türkiye’yi tercih edeceklerini’ ifade etti, yine Almanya’dan ekonomik yardım yapılacağına ilişkin kimi haberler de yayınlandı. Ticari-ekonomik ilişkiler bakımından, Türkiye-Avrupa ilişkilerini değerlendirir misiniz?
ABD ile AB arasında gerginliklerin hüküm sürdüğü, gel gitleriyle “ticaret savaşlarının” dinmediği bir konjonktürde Avrupa’nın özellikle Almanya’nın Türkiye’ye karşı daha hayırhah bir tutum takınmasını doğal karşılamak gerekir. Özellikle Türkiye’deki 3.5 milyon mülteci nedeniyle, Erdoğan’ın her an “kapıları açarım ha!” şantajını dile getirme ihtimali Avrupa’nın korkulu rüyası olmaya devam ediyor. Bu nedenlerle Tayyip Erdoğan’ı sıçratmaktan açıkçası kaçınıyorlar. Ne var ki, somut konulara gelince, bırakın tam üyeliği Gümrük Birliği’nin yeniden görüşülmesi söz konusu olunca dahi yan çiziyorlar. Bizim bakanlar, Gümrük Birliği’nin güncellenmesi; yani kapsamının genişletilip tarım ve hizmetlerin dahil edilmesinden, Türk şirketlerin AB’deki kamu ihalelerinden pay almasından dem vururken, Brüksel güncellemenin gündeminde bulunmadığını ilan ediyordu.

Öte yandan Türkiye ile AB’nin çok yönlü ekonomik bağlantıları bulunuyor. Bu nedenle Türkiye ekonomisinin göz göre göre çöküntüye gitmesinden kaygılı olmaları normal karşılanmalı. Örneklemek gerekirse; 2018’in ilk 7 ayında Türkiye’nin ithalatının yüzde 37’si, ihracatının ise yüzde 51’i AB ülkeleriyle gerçekleşti. Özel sektörün yurtdışından sağladığı 222 milyar dolar kredinin 110 milyar doları AB ülkelerinden geldi. Türkiye’nin yabancı bankalara 265 milyar dolar yükümlülüğünün 218 milyar doları Avrupa ülkelerine, sadece 18 milyar doları ABD bankalarına. 2017 sonu itibariyle 175 milyar dolarlık doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının da 133 milyar doları Avrupa ülkelerinden gelmiş.

Bu nedenlerle, AB çevreleri Türkiye ekonomisinde ciddi risklere sahip oldukları için bir çare arayışındalar. Ne var ki son günlerde tartışılan, Almanya’nın bir yardım hazırlığında bulunduğu iddiaları pek gerçekçi görünmüyor. Hatırlayalım, Yunan ekonomisini IMF-AB Komisyonu - Avrupa Merkez Bankası’nın oluşturduğu “Troyka” zapt-u rapt altına almıştı. Türkiye için olsa olsa, belki ekipte IMF’nin bulunmadığı bir kurumsal yapı düşünülebilir. Yoksa Almanya’nın elini cebine atması hem kendi kamuoyundan tepki görür, hem de kurumsallık taşımaz. Ayrıca, İspanyol bankalarının 83 milyar dolar Türkiye riski bulunurken, Almanya’nın 17 milyar dolar risk taşıdığını unutmayalım.

Türkiye hassas dengeler üzerinde
»Türkiye, ABD ile çelişkiler yoğunlaşırken, Ortadoğu’da Rusya ile işbirliğine derinleştirmeye çalışıyor, öte yandan da Avrupa ile yeni bir sayfa açmanın yollarını arıyor görünüyor. Bir yandan da eli kulağında olan İdlib operasyonu ile birlikte, ABD-Avrupa ve Rusya karşıtlığının alevleneceği bir tablo da bekleniyor. Türkiye’nin bu tabloda bu kez Rusya’nın karşısına düşme ihtimali de yüksek. Oldukça karmaşık bu tablo Türkiye dış politikasının yönü ve muhtemel seyrine ilişkin ne tür ip uçları sunuyor.

Türkiye gerçekten çok hassa dengeler üzerinde dış politikasını sürdürmeye çalışırken, giderek daha fazla risk alıyor. Örneğin Rusya, NATO ittifakında açılan bir çatlaktan haliyle hoşnut ve bunu derinleştirmeye çalışıyor. Üstelik S-400 füze savunma sistemini satmak da lehine. Buna karşın Türkiye’yi cihatçılarla bağını koparmış güvenilir bir müttefik görmediği için Şanghay İşbirliği Örgütü’ne kabul etmiyor. İdlip’te Suriye’deki çatışma sürecinin son raundu yaklaşırken, Türkiye yalnızlaşmanın da etkisiyle göreceli pasif bir tutum alıp selefilere yardım yapmaktan geri durursa, Rusya diplomatik bir zafer de kazanmış olur. İdlib’i terk eden kitlelerin soluğu Hatay’da alması, Türkiye’nin koruması altına girmesi Suriye’yi terk ettiklerinden Rusya’nın işine bile gelir.

Yoksa Türkiye İdlip’te eski pozisyonuna dönüp karşısına Rusya ve İran’ı almaya yeltenirse bile bu ABD ile sorunlarını çözdüğü anlamına gelmez. Washington’un Fırat’ın doğusunda PYD’ye destek vermesini engellemez. İdlip Türkiye için, diplomaside iyice yalnızlaştığı, üstelik mülteci akımına uğradığı yeni bir kavşak noktası olabilir. Bu aşamada bir tek, mültecilere kapıları açmasından çekinen Avrupa’nın daha yardımsever tavrıyla karşılaşabilir.