Geçen hafta Geoffrey Hartman’ın Holokost konusundaki düşüncelerini iki bölümde özetlemeye çalışacağımı yazmış...

Geçen hafta Geoffrey Hartman’ın Holokost konusundaki düşüncelerini iki bölümde özetlemeye çalışacağımı yazmış, Romantizm ve Yahudi (BirGün, 13 Kasım, 2012) başlıklı ilk yazıda onun romantizm ve Holokost arasında kurduğu ilişkiyi ele almıştım. Bu ikinci yazıda The Longest Shadow (En Uzun Gölge, 1996 ) başlıklı kitabındaki tezlerini özetlemeye çalışacağım.(x).

The Longest Shadow Hartman’ın Holokost’u izleyen döneme ilişkin yazılarından oluşan bir kitap. Holokost’u önceleyen koşulları değil, ama izleyen dönemdeki ağır etkilerini analiz ediyor. Kitabın giriş bölümünde tarihçi olmadığını, bu nedenle 1933-45 arasındaki dönemde faşizmin nasıl yükseldiğinin, nasıl kabul gördüğünün, taraftar bulduğunun, iki savaş arasındaki dönemde Almanya’nın içinde bulunduğu ağır ekonomik koşulların, birinci savaşın sonunda küçük düşürücü bir biçimde imzalamaya zorlandığı barış anlaşmasının Alman halkı üzerindeki etkilerinin analizine girişmeyeceğini açıklıyor. Holokost sonrasını soruştururken, derinlemesine incelerken modern kültürde dokunmadık, el atmadık hiçbir alan bırakmıyor.

Bilgi, tanıklık ve temsil arasındaki bağların etik bir zeminde kurulmasının önemini vurguluyor ve günümüzde bilgi ve sunum arasındaki ilişkinin etik bir zeminde kurulmasının zor olduğunu da ekliyor. Gerçekten, Holokost gibi dehşet verici bir insanlık suçu söz konusu olduğunda bu güçlük çok belirgin.


Hartman’ı öncelikle ilgilendiren ruhun yaralarının kapanması; zira, Holokost sonrası, yarattığı etkiler olayın kendisi denli ürkütücü. Holokost’un geçmişe ait olmadığını vurguluyor. Holokost kendine özgü özellikler taşısa da daha yakın tarihli büyük kıyımlar da (örneğin, Kamboçya, Bosna ve Ruanda) yaşandığını, bunların da binlerce kurbanı bulunduğunu, Holokost’un etkilerini anlamanın bu nedenle önemli olduğunu hatırlatıyor.


Hartman’a göre Holokost ve diğer büyük felaketler, kıyımlar konusunda bilgi sunmadan ve bilgi edinmeden anlamaya doğru ilerlememiz gerekiyor. Böyle bir ilerleme çabası özdeşleşme ve mesafe koyma arasındaki dengeyi gözetmeli, bunu müzakere etmeli.

Bugünün dünyasına egemen olan görsel kültür araçları, bunların en yaygını olan televizyon soyutlayıcı, hayaletleştiricidir ya da sahte cisimleştirmeler sunar. Görsel medyanın gerçek olanı buharlaştırma, özgün olanın yerine taklidini koyma gücü var. Bilgi ve hakikat zorunlu olarak kavuşmuyor, yakınsamıyor, hatta çoğu kez birbirleriyle temas bile etmiyorlar.Bunun sonucunda bizler bugün de vuku bulan kitlesel kıyımlar, dehşet verici “etnik temizlik”ler karşısında çaresiz kalıyoruz. Edilgenliğimiz bu kadarla da
sınırlı değil. Daha da kötüsü oluyor: Gönülsüz birer izleyici durumuna düşüyoruz. Oysa, bu
gördüklerimiz insan soyuna, insanlık denilen büyük topluluğa dair kabullerimizi, bu topluluğun yarattığı kültür ve uygarlık konusundaki düşüncelerimizi kökten sarsıcı nitelikte.

Televizyon hayaletleştirmelerle, sahte cisimleştirmelerle yeni bir kolektif bellek oluşturuyor Bu abartılı, bu hiperbolik görsellik en sarsıcı deneyimleri kavramayı, anlamayı, dolayısıyla da yas tutmayı önlüyor.

Wordsworth’un şiiri tükenmemiş, hatta henüz tam olarak gerçekleşmemiş, dolayısıyla da cisimleştirilme talebinde bulunan pastoral hayatın ve kültürün bu talebini karşılamıştı. Geçmişin bugüne musallat olacak bir hayaletleşmesini önlemişti. Hartman görsel kültürün, medyanın bütün soyutlaştırmaları ve hakikate erişimi engellemeleri karşısında Wordsworth’un şiirindeki o güce ihtiyacımız olduğunun altını çiziyor. Ama bu şiiri olduğu gibi günümüz kültürüne taşımanın, nakletmenin imkansız olduğunu da kabul ediyor. Hayaletleştirmeden kurtulmak, hakikate yaklaşabilmek için şiirin gücüne ihtiyacımız var; ne ki, Wordsworth on dokuzuncu yüzyıldan bizlere uzanamıyor. Bugün bunu yapacak olan bizatihi şiir değil, ama şiirsel bir güç. O halde ne yapmalıyız? Görsel kültürün hayaletleştirmelerine panzehir olacak böylesi bir gücü nerede, hangi kaynakta bulabiliriz?


Hartman videoyu öneriyor bizlere. Videonun optik gücünün görsel kültür üzerinde Wordsworth’un poetik gücünü çağrıştıran bir etkide bulunabileceğini, görsel kültürdeki yoğun soyutlamaya panzehir olabileceğini, karşı-sinematik (counter-cinematic) bir otorite oluşturabileceğini ileri sürüyor.Ona göre video tanıklığı büyük kıyımlarda yitirmiş olduklarımızın anılarının geç modern kamusal bellekte yer edinmelerini, orada tutunmalarını sağlayabilir. Televizyona özgü kimi teknikleri ödünç alsa da videonun tanıklıkları optik ve işitsel açıdan, imge ve ses olarak kayıt altına alması farklılıklar taşıyor.

Hartman’ın 80’lerde kurucuları arasında yer aldı Fortunoff Video Arşivi’nin temelinde de bu düşünceler yatıyor. Yale Üniversitesi bünyesinde yer alan arşiv Holokost’tan sağ kurtulanların tanıklıklarının video kayıtlarından oluşuyor.

Hartman, Holokost’un Yahudilerin yaşamış olduğunu büyük bir felaket, dehşet verici bir deneyim niteliği taşıdığını,” nihai çözüm” olarak yirminci yüzyılın diğer soykırımlarından farklı olduğunu belirtmekle birlikte travmatik deneyimlere Holokost’un ötesine geçerek yaklaşıyor. Bunların ortak özelliği, modernitenin parametreleriyle anlaşılabilir olmaları.


 (x) –Geffrey Hartman, The Longest Shadow: The Afrermath of Holocaust (En Uzun
Gölge : Holokost’un Sonuçunda), Palgrave MacMillan, 2002.