Türkiye en karakteristik betimleme ile mutsuz bir toplumdur.

Türkiye en karakteristik betimleme ile mutsuz bir toplumdur. İnsanlarımızın en genel özelliği hayatlarından memnun olmayışları ve dahası hiçbir çıkış yolu görmemesidir. Son 30 yıllık tarihimize hep kayıplar damgasını vurdu, aslında bir bütün olarak toplumsal hayatımız yas törenleriyle şekillense de, kayıplara eşlik eden yas ritüelleri hayatımızın en görünür yerinde olsa da, kayıplarımızın yasını tutamıyoruz. Açıkça söylüyorlar zaten, yas günlerinde “ağlamayacağım”, yaşanamamış yas daha kalıcıdır kuralını unutarak, zaten yas törenlerimizde hep şu söz de öne çıkıyor: zaten ağlamamız “onları mutlu eder”. Tam burada koca bir “onlar” söylemi öne çıkıyor, hayatımızın en belirleyici öğelerinden birisi, sistematik bir onlar türetmek, kendi varoluşunun belirleyici halkasından uzak bir dev bir “öteki” yaratmamızdır, yasını bile yaşamayı zayıflık belirtisi olarak görenlere göre “onlar insan olamaz”. Bunun ardından zirveden bile açıkça söylenen “intikamımız acı olacak” yaklaşımı var ki yakın geçmişimiz bu travmanın en açık sonuçlarını bile ortaya koydu, Somali için yardım toplamayı ve televizyon ekranlarından ağlayan spikerlerle haber görüntülerini vermeyi izleyen sürecin olduğu bir toplumda “doğal afetler” bile takdiri ilahi olarak yorumlanıp, daha beter olsunlar ahı ile taçlandırıldı. Bu açıdan, süreci başlatan olaylar esas itibarıyla 12 Eylül darbesine uzansa da, aslında kökenlerini büyük oranda Maraş/Çorum Katliamlarına kadar götürülebilir, zaten bunlarda 12 Eylülün piar çalışmalarından başka nedir ki?

Maraş/Çorum Katliamları, daha sonra darbenin yüzbinlerce insanı işkenceden geçirmesi, televizyonlardan birkaç nesli birden açıkça suçlayan programların yapılması, itin birinin sadece sözcüsü olduğu “asmayalım da besleyelim mi?” yaklaşımı, sokaklarda yazılmayan binlerce infaz, sosyalistlere açıkça deli muamelesi yapıp onları kobay olarak kullanmaya kalkan psikiyatristler, kolluk kuvvetlerinin ölçüsüz artan gücü ve buna eşlik eden yasa tanımaz tavırları “yaşanamayan yas”ın ilk halkasını oluşturdu.

Bugün artık çok komik bir girişim olduğu anlaşılan ve kendileri de kobaylaştırılmış “Ermeni terör örgütü” masalları ve onların “özgürlük adına cinayetleri”, televizyonlardan yayınlanan müthiş dizilerimiz. Bu süreçte halkımız suskun olmaktan başka çıkar yol bulamayan ve yeni yetişen nesilleri hiçbir şeye karışmaması için aşırı “koruyucu” yaklaşımlar üreten insanlarımızın en önemli özelliği giderek daha fazla by stander olmaya dönüşmesidir. Yani gördüğü şeye bile müdahale etmeksizin seyirci kalması, dayanışma ve birlik olmanın gerektirdiği eylemlerin yaşamlarımızdan uzaklaştırılırken hayali bir düzlemde “bizi biz yapan değerlerin sentetik üretimi”, Kürt sorununu futbol stadyumlarında “ana avrat küfürle anma” çabaları, her şehit geldiğinde yapılan törenler, basınımızın tam cephe pozisyon alışı, bir merkezden yönetilmeleri, askere uğurlama törenleri, duvar yazısı olarak “gidip de gelmemek gelip de görmemek var” yazıları…

Siyasette giderek daha fazla televizyon ekranlarında nöbetleşe yapılıyormuş izlenimi veren “başbakanların ağlama konuşmaları”, siyasette üslubun şirazeden çıkması, insanların travmasıyla başa çıkamamaktan kaynaklanan hallerinin televizyonlarımızda bir tür sıcağı sıcağına formatında verilmesi… bütün bunlara tuz biber eken doğal felaketler, iktisadi krizlerin yaşamı içinden çıkılmaz hale getirmesi… Bizi bir türlü anlamayan ve içine almamak için inanılmaz engeller çıkaran Avrupa, “Avrupa, Avrupa duy sesimizi, bu gelen Türkün ayak sesleri”… Sokak ortası cinayetlerin ve ev-içi şiddetin ölçüsüz bir şekilde artması… Bütün bunlar hayatımızın tam da ortasında, giderek korkunç ölçülere varan travmatik tablonun sadece en yalın göstergeleri, biz bizi var eden ahlaki kipleri değiştirerek, sanal bir biz yaratmak için aşırı zorlamalarımızla, varoluşumuzu olabildiğince kirletmiş bir toplumuz. Bunun sonucunda Türkiye’de hiç alakası yokken otomatik olarak PKK’lı diye nitelenmekle başlayarak ya da bunun yerine başka bir öcü ile özdeşleştirerek anında infazı kutsayan bir toplum haline geldik, sanıyorum ki sosyolojik açıdan bunu tamamlayan bir öğe olarak, gittikçe daha fazla yerinde “yargısız infazı” uygulamaya dönüştüren bir eylem olarak “linç dönemine” girmiş bulunuyoruz. Gidişatta bu dönemin düşünülebilen bir karabasan/kâbus döneminden çok daha uzun sürecek bir tablo sergiliyor. Türkiye, psikolojisi bozulmuş bir toplumdur ve siyasi iktidar bu toplumun psikolojisini bozmanın birinci aracıdır, Türkiye sosyalizm yerine yeni dünya düzenine girmeye karar verdiğinde, kaçınılmaz mukadderat olarak linç olgusu da gündeme gelmiştir, bu anlamda farklı muhalifleri “linç torbası içinde eritmek için” çeşitli linç olaylarını histerik bir tabloya dönüştürmek hususunda maharetli bir iktidarımız var.

Şu meşhur balkon tabloları için bile toplanan kalabalık, kendi sloganları içinde “linç mantığını yeniden üretmek”tedir, acımızın siyaseti, çıkmazlarımızın kullanıcısı olarak 12 Eylül bir tür ahlakın tükendiği, vicdanın tatile çıktığı yerde yapıldığı için “vicdansız Sabuhanın” adalet töreni olarak LİNÇlerimiz vatana millete hayırlı olsun. Hopa’da öldürülen protestocu öğretmen için bile hükümetin tepesinden “oh olsun nidaları” çıkmadı mı?

Ulusal bir politikaya dönüşmüş linç olayları için sadece şunu söyleyelim, sahtekârın adaleti yargıyı lüks görmektir, bizler yalanlarımızla boğulduğumuzda adaleti sağlamak için değil, kâbuslarımızla yönetilmenin sonucu olarak, bir toplum olarak kendi gerçekliğimizden kaçarken linçin tatmin edici sokaklarında kaybolduk.