Başkalarına ihtiyacımız tartışılmaz, başkalarıyla beraber olmak yaşamın sürekliliğini, sürdüğünü bize hatırlatarak ruhsal hayatımızı canlandırır.

Travmayı travma olmaktan çıkarabilir miyiz?*
Çizim: Yankı Yazgan

Okulların afet bölgesi dışında kalanları açılırken, öğrencileri karşılamaya hazırlanan öğretmenlerin endişelendiği sayısız konu arasında belki en zor geleni, kaygı vereni deprem bölgesinden göçüp gelen çocuklara nasıl yaklaşacakları. Kaygının nedeni diye sorunca uzun bir davranış listesi var: Yanlış bir söz söylemek, yapmaları gereken bir davranışı yapmamak, uygun kaçmayacak bir soru sormak, çocuklara gülümsemek ya da gülümsememek, gözyaşlarını göstermek ya da göstermemek… Bu davranışlardan herhangi birisiyle çocukların acılarını, kayıplarını katmerlendirmek ve ruhsal yaralarını kalıcılaştırmak korkusu, incitme olasılığı. Bu incitme korkusunun daha keskin biçimini sağlık çalışanları, kurtarma ekipleri afet bölgesinde ya da çocukların nakledildiği başka kentlerdeki hastanelerde yaşıyorlar. Çocuklara acı bir haberi nasıl vereceklerini, anne ya da babalarının ölümünü incitmeden üzmeden, ruhsal dünyalarını toparlanamaz biçimde dağıtmadan nasıl anlatacaklarını öğrenmeye çalışıyor, uzmanlara soruyorlar. Bir yerde imkânsız gözüken bu görevleri sağlık çalışanları mesleklerinde tek tek birçok kötü haberi üzülerek ama sevecenlikle vermiş olsalar da, bunu yapabilmiş olmalarını sağlayan geçmiş deneyimleri, sezgileri silinmiş gibi. Bugün on binlerce acı, kötü haber neredeyse aynı zaman dilimi içine sıkıştığında, doğurduğu acının altında ezilmemek mümkün değil. Acının yoğunluğu, yaşadığımız şokun etkisi kısmen hafiflerken, aynı ölçüde azalmıyor. Acı zihnimizin alışkanlıklarını kullanmamıza izin vermiyor. Bu zor görevleri nasıl yapacağımızı, adım adım birisinden duyabilmek istiyor, bir hata bile yapmak istemiyoruz.

Empati reflekslerimizdeki artış zihnimizde ‘incitmeme’yi hâkim kılıyorsa, bu egemen davranış eğiliminin ve canlandıracağı sezgilerin bize yol göstermesi de mümkün. İncitme olasılığını aklımıza getirmemizle başlayan bu süreçte, bir öğrenciye yanlış bir söz ya da bir hastamıza yanlış bir hareket yapmamız olasılığı giderek azalıyor. Yine de bir hekim şu örneği veriyor, ‘enkazdan çıkartıldığı gibi gelen çocuğun elindeki yumuşak oyuncağı çamurlu diye elinden aldım, gel temizleyelim diye. Ardından çocuğun ağlamasını durduramadım, kendimi çok kötü hissettim.’ Kayıpları olan bir kişinin elinde ne varsa ona dokunmaması gerektiğini düşünememiş olmasına hayret ediyor. Oysa, çocuğun çektiği acıya tanıklık, bildiğimiz ama henüz bildiremediğimiz anne-baba ölümü ya da az sonra gireceği ameliyatta vücudunun bir parçasını kaybetme olasılığının yüksekliği ile gelen telaş, bir şeyler yapma arzusunu doğurmaz mı? Sezgilerin yol göstericiliği nerede? Oysa birazdan çocuğun ağlaması duracak, çamurlu oyuncağına sıkı sıkı yapışırken yanında bulunmaya devam etmiş olan, ‘kaybetmediği’ hekimin sözlerine daha açık hale gelecek. Ne konuşulacak ya da söylenecekse, nasıl olacağı üzerine düşünebilecek.

Uzman reçetelerindeki bilgiler bu sabırlı bekleyişten, acının altında bir süre ezilmeye razı oluştan sonra işe yarayacak. Çocuklarla konuşurken, çalışırken, onları dinlemekle başlamak, dinlemeye hazır olmak zor etkileşimlerin açılışı olabilir. Bu ebeveynlik kitaplarında çok söylenip az yapılan tavsiyenin ilk sonucu, yetişkinlerin her konuda anında bir cevap verme ya da bir yol gösterme refleksini bir süre ertelemesi olur. Böylece yetişkin ezber olmayan, sezgilerinin de desteğini alan, kendisine yabancı gelmeyen sahici yaklaşımlar gösterebilir. Böyle olması sahiciliğin, o sayede kurulan bağın sürmesine olanak verir. Sahiciliği sağlayan, ezberden sözleri bir kenara koymamızla kendine çıkış bulan empati sistemi olur. Hastanenin ya da okulun curcunası içinde böyle şeyler olabilir mi, gerçekleşir mi? Bugüne kadar yapabildiğimiz bu yaklaşımları artık yapamayacağımız düşüncesi, ya da hissi, travmanın bir etkisi sayılır.

Her çocuğun gelişimsel farklılığının birkaç ortak belirleyicisi var. Örneğin, yaş ile bağıntılı bir kazanım olan soyut düşünebilme, ölümün geri dönülmezliğini anlamaya imkân verir. İçinde olduğumuz gerçeğin içinde olmadığımızda varlığını sürdürebildiğini ya da gerçeğin varlığı sona erdiğinde içimizdeki varlığının devam edebildiğini ‘anlamamız’ için gereken bilişsel işlevler çok sayıdadır: bellek, hatırlama, aynı anda birden çok süreci zihnimizde canlandırabilme, duygularımızla düşüncelerimiz arasındaki eşgüdümü. Bu işlevlerin gelişim hızı çocuklar arasında değişkendir. Özellik yoksulluk, travmatik yaşam olayları ya da genetik yatkınlık gibi etkenler bu hızı etkileyebilir. Anlatılanları ve yaşananları anlamak ve anlamlandırmak, yaşam üzerinde bir etki oluşturabilmek, öğrenmek, başkalarıyla bağ kurmak gibi insani özellikler bu zeminde ruhsal yapımızı şekillendirir. Neyi anlayabileceği kadar, anlayabildiğini ne kadar sindirebileceği de çocuğun yaşadığı kayıpların travmatik etkisini hafifletir, kalıcı ruhsal bozuklukları önler. Sindirme, dayanma yanınızda olan birisiyle mümkün olur. ‘Çocuğun elini tutsam mı, kaybettiği babasını hatırlatırım da, zarar verir miyim?’ diye düşünen bir hemşire, hatırlamanın üzüntüsünü elinden tutan birisinin olmasının rahatlatıcılığı telafi eder diye düşünüp sezgisinin yolundan gitmiş. ‘İyi ki yapmışım’ diye anlatıyor.

Standart bilgiler ve davranış reçeteler empatimizin beslediği sezgiler kadar güçlü kılavuz olmasa da bu sistemin acı ve korkunun etkisiyle devreye bir türlü giremediği anlarda, başlangıçlarda işe yarar. Örneğin, herkesin söylediği kadar (ya da ‘yeterince’) üzgün hissedemediğini söyleyen bir öğretmen bundan duyduğu suçluluğu yenebilmek için en üzgün, en acıklı cümleleri kurduğunu, çocukları duygularını söylemeleri için soru yağmuruna tutarak faaliyetler yaptırtarak onlara yaklaştığını ekledi. Ama yine de ne üzüntü hissini hissedebilmişti, ne de çocukların ihtiyacı olan sakin ve dinlemeye hazır kişi olmuştu. Şokun uzayıp gittiği durumlarda donukluk, anlamsızlık duygusu, hissedememe gibi duygu değişikliklerinin bir tepki olduğunu bir Instagram postunda okuyunca ’10 yıl terapiye gitmiş gibi oldum’ şakasıyla kendine gelmişti. Ruh sağlığı uzmanlarından birçok kişinin bu durumla ilişkili olduğunu bildiği birçok tepkiyi ve duyguyu kendisinde ‘teşhis’ edememiş olması uzman olmayanlara bir şey söylüyor olmalı: Kendi kendimize, yalnız olmak böyle zamanlarda zihnimizin olağan işleyişini bozar, bildiğimizi ‘unutturur’, yaşadığımızı görmemizi engeller.

Yaşadığımız bir travmatik olay, (aynı kentte, aynı ülkede, aynı okulda) beraber olduklarımızın empatik bir tanıklığı olmadığında sahiden bir travma olur. Peter Levine’in bu slogansı cümlesi başkalarıyla sahici beraberliğin dönüştürücü gücüne işaret eder.

Başkalarına ihtiyacımız tartışılmaz, başkalarıyla beraber olmak yaşamın sürekliliğini, sürdüğünü bize hatırlatarak ruhsal hayatımızı canlandırır (canlı kılar). Başkalarının hayatlarına ilişkin zor kararlar verirken, zor anlar yaşadığımızda birkaç kişi beraber düşünmek, durumun hissettirdiklerini dile getirmek bir sonraki adımın ne olduğuna karar vermemizi, gerekeni yapmamızı kolaylaştırır.

*BirGün Pazar için epey bir aradan sonra kaleme aldığım bu yazıda geçtiğimiz on gündeki izlenimlerim var. Sosyal medyadaki @yankiyazgancom hesabında kendimin ve başka meslektaşlarımın pratik notlarını paylaşıyorum.

Çocukların Ruh Sağlığını İyileştirmek

Deprem ve travması hakkında çocuk ruh sağlığı için özellikle 4-6 haftayı düşünerek hazırladığım dönük seminerlerden notları paylaşıyorum.

• Kitleleri etkileyen afetlerde ruh sağlığı hizmetleri bildiğimiz modellerin dışına çıkmak zorunda kalır. Kamunun barınma, beslenme ve güvenlik görevlerini yerine getirmesini sağlamak ruh sağlığına dönük çalışmaların temel adımıdır. Ruh sağlığı hizmeti psikiyatrın doğrudan hastasıyla yaptığı çalışmanın çevresindeki halkaları da içermelidir. Birçok durumda anormal bir duruma normal reaksiyonlardan oluşan posttravmatik stres belirtileri toplumsal destek ve dayanışma ölçüsünde hafifler. Psikiyatrın rolü bu örgütlenmelerin işleyişini sağlamak ile etkinleşir.

• Risk etkenlerinin başında depremin hemen sonrasındaki saatler ve günlerde, aç, açıkta ve güvenliksiz ortamda kalmak gelmektedir. Enkaz altında kalmış olmak, ölümlere tanık olmuş olmak, kayıpların ve geçmiş yaşantıda travmatik deneyimlerin sayısı ve deprem öncesindeki işlevsellik düzeyi riskleri etkilemektedir. Bu risk etkenlerine göre yapılacak bir sınıflandırma, öncelikle ağır Travmatik Stres Bozukluğu (kendiliğinden yatışma olasılığı düşük, hızlı müdahale gereği yüksek) olasılığını yordamaya, tedavi ve koruyucu uygulamaları tasarlamaya yarar.

• Çocuk ve ergenlerin duygu ve davranış düzenlemesi içinde oldukları bağlama bağlıdır. Travma sonrasındaki dönemde yalnız kalmamak, temel ihtiyaçların karşılanmış olması, kayıpların azlığı yas ve travmatik stresin ruhsal bozukluğa dönüşme riskini azaltır. Okulların ve çocukların doğal yaşam alanlarının açılması en öncelikli gündelik rutindir. Bu kapsamda çocukların hayatında birincil rol oynayan öğretmen ve anne-babaların psikolojik ilk yardım becerileriyle güçlendirilmesi önleyici bir ruh sağlığı müdahalesidir.

Okullar ve üniversitelerin açık olması hakkında notlar.

Üniversiteler

• Üniversite kampüslerinde öğrencilerin toplumsal hayatının canlandırılması vazgeçilmez bir önceliktir. Gençlerin ruh sağlığını dayanışma ve sosyal bağların muhafazası koruyacaktır. Doğal yaşam alanları olan kampüslerde diğer öğrenciler ve öğretim üyeleriyle birlikte ve bir arada olmak, geleceğe hazırlanmayı sürdürmek gençler için bir zorunlu ihtiyaçtır.

• Üniversite hayatına dönebilmek depremden doğrudan etkilenmiş, kayıplar yaşamış gençlerin ruh sağlığını düzeltici etkiler sağlayacaktır.

• Depremden doğrudan etkilenmemiş ama depremin acı ve yıkımına tanık olmuş, ruhsal dünyaları sarsılmış gençlerin okullarında bulunabilmeleri arkadaşlarının, toplumumuzun yaralarını sararken kendi ruhsal iyileşmelerine imkan verecektir.

• Bize düşen anaokulundan üniversiteye çocukların ve gençlerin bir arada ve öğretmenleriyle bir arada oldukları yerlerin ruh sağlığında iyileşme alanlarına dönüşmesi için yapabileceklerimizi yapmak olacaktır.

• Toplumun bu afetin etkilerinden toparlanması, iyileşmesi ve kendine gelmesi perspektifi ile düşündüğümüzde gençlerin okul hayatına dönmesi bir zorunluluktur. Depremde yaşam alanlarını yitirmiş yurttaşlarımızın barınmasının sağlanması da bir zorunluluktur. Toplumu adeta bu iki zorunluluk arasında bırakmak büyük bir yanlıştır. Üniversiteli gençlerin okul hayatları sürerken depremden etkilenenlerin barınma ihtiyacı yanı sıra birçok ihtiyacının karşılanmasında aktif rol oynamaları mümkün olur.

Okullar

• Depremden etkilenmiş yurttaşlarımızın barınma ve beslenme ihtiyaçlarının karşılanması da, çocuklarının eğitim ve gelişim ihtiyacının bir an önce karşılanması ruh sağlığının korunması açısından da vazgeçilmez bir öncelik.

• Deprem bölgesinden ayrılmak zorunda kalan çocukların yeni yaşam yerlerinde katılabilecekleri sağaltıcı bir okul hayatına ihtiyaçları olacak.

• Deprem bölgesinde barınmaya devam edecek çocukların ve ailelerinin gündelik hayatın gereklerine hızlıca dönmesi için barınma düzenine uygun ve güvenli okul hayatının sağlanması depremin ruh sağlığı üzerinde travmatik etkilerini azaltacaktır.

• Depremden etkilenmemiş ama güvenlik kaygıları haklı olarak tetiklenmiş anne baba ve öğretmenlerin kaygısını ciddiye alarak okul binası güvenliğine ilişkin güvence sağlamak da temel bir ihtiyaç olarak görülmelidir

• Okullar çocukların gündelik hayatının bir parçasıdır. Ruh sağlığını koruyucu ve iyileştirici yaklaşımlar, okullar merkez alınarak, sınıf içi öğretmen tutumlarından okulların içinde oldukları toplumsal yapıların canlandırılmasına kadar değişik biçimlerde gerçekleştirilebilir.