Hasılı kelam, Gülay’ın dediği gibi ağaçlar kesinlikle yaşamayı bizden daha çok hak ediyordu. Toprağın koynuna emanet ettiğim çocukluğumdan biliyordum

Trende bir çocuk

İLKER EKİCİ

Büyümeyen bir çocukla yaşıyordum içimde çoğu zaman. Anlık gelgitlerim, onu mutlu etme isteğim, kahkaham, gözyaşım. Hepsi bir çocuk tarifi kadar uzundu. Sivas’tan Divriği’ye giden trenin vagonunda serbest bıraktım içimdeki çocuğu. Koşturmalarının sesi, raylara çarpıyordu ben huzura yaslamışken başımı.

Yol boyu geçtiğimiz her ağaç, bir ad buluyordu kendine zihnimde. Kimine mülteci diyordum, böyle ha koptu kopacak edasıyla dururdu toprağında. Kimi de öylesine muhkem gömülmüştü ki toprağına hani beton kıskanırdı bu kavuşmayı.

Dümdüz bir ovada Barak aşiretlerinin gelin getirme merasimi gibi yavaş yavaş süzülen trenin vagonunda iki kişiydik yalnızca. O hay’dan gelmiş, ben hu’dan. Birlikte yol tutuyorduk uzak tarlalara kendi düşlerimizle dalıp. Bir ara göz göze geldik. Bakışı kendinden büyük bir kadındı. Beyaz kazağı, kot ceketi renk cümbüşündeki ağaç halkını fotoğraflayan makinesiyle, içindeki çocuğa söz geçiremiyordu.

Ben masanın üstüne not defterimi ve kalemimi bırakmıştım yalnızca. Arada koşan çocukluğumdan başka, trene benimle birlikte binen iki yoldaşımdı defterim ve kalemim. Beni bu zamana kadar bırakmayan iki huysuz ihtiyar. Nelere tanık olmadılar ki…

Tren gözlerimin önünde Angelopoulos filmlerini andıran bir akışa usul usul giderken, seslendi bana:

“Ağaçlar, yaşamayı bizden daha çok hak ediyor.”

Sesindeki kadifemsi tını, gayri ihtiyari olarak dönmeme sebep oldu. Gülümseyen bir yüz haliyle cevapladım:
“Biz olmasak, toprağa kim ekecek peki onları?”

Baktı bir süre, birkaç saniyelik bakışmadan sonra nihayet düşündüğünü dillendirdi:

“Toprağın rahmi, insanın kaderidir derler.”

Doğru demişler, dedim. “Ben Ercan.”

“Gülay ben de, memnun oldum.”

Yanına geçip geçmeme tereddüdümü fark etmiş olacak ki, “lütfen buyurun” diyebildi.

Hepi topu üç saatlik yolda, ağaçlarla birlikte yoldaşlık etti bana. Psikoloji okuduğundan bahsedince, bilişsel psikoloji üzerine derin bir sohbete tutulduk. Kaybetme korkusunu Ainsworth’ün bağlanma yaklaşımıyla inceleyen bir makale yazdığından bahsetti. Kafa dağıtmak için de Divriği’ye gittiğini söyledi.

Tam olarak bu davranışıyla post modern bir dönem insanıydı şüphesiz.

Bir süre daha yol aldıktan sonra, bir su kenarından geçen trenin içinde kadife tınısıyla sıralandı dizeler:

“…bir ışık arıyorum, bir umut arıyorum uzun zamandır
aradıkça batıyorum karanlık kuyulara
kimse duymuyor çığlıklarımı
duyan aldırış etmiyor çekip kurtarmak istemiyor”*

Gözlerinin içine baktım, ilk kez o vakit gördüm kendine bile kalabalık gelen kadını.

“Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında

Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır**” diye karşılık verebildim sadece.

İçimden hasretle sarılmak geliyordu, lakin kollarım yoktu benim. Madak’ın tabutuna takmıştım ikisini de.

Dağları bombalanmış bir kadının yanında, bilge susuma sarılıyordum. Vagonlar arası koşan çocukluğum, bir yanı yırtık koltuğun üstünde uyuyakalmıştı çoktan.

Sivas-Divriği arasında nice ağaç halkları görmüştük.

Her biri de susuyordu. Acıyla ve soğukla kavrulmuş bedenleriyle. Gülay gibi acılı, ben gibi karamsar.

Divriği taştan, kayadan bir dağ kütlesi içinde nev-i şahsına münhasır gözükürken gözümüze, alabildiğine yeşil kalan tek yer sadece bir servi yığınıydı.

Mezarlıkta, “iyi bilinen” nice Nilgün’ü, nice Gülay’ı, nice Ercan’ı, nice Didem’i koynunda üşümesin diye saklayan servilerin yeşili.
Uyudu sandığım çocukluğum oracıkta ölmüş, onu da bir serviye emanet etmiştim.

Hasılı kelam, Gülay’ın dediği gibi ağaçlar kesinlikle yaşamayı bizden daha çok hak ediyordu. Toprağın koynuna emanet ettiğim çocukluğumdan biliyordum.

*Nilgün Marmara, Yalnızlık
** Ece Ayhan, Meçhul Öğrenci Anıtı(Bu şiir Nilgün Marmara için yazılmıştır.)