Bizim zaten bir stadımız vardı. Altay Alsancak Stadı… yerine bir AVM yapma hayalleriyle yıkılan stadımızı yıkma bahaneleri depreme dayanıksız olmasıydı. 5 yıl geçmesine rağmen kasaba takımlarına bile sayısını bilmediğimiz tesisler kuruldu ancak Altay Alsancak stadı yıllardır bitirilemiyor.

Tribünler sessiz ama taraftar umutsuz değil

BERK YILDIZ-ÖZKAN ÖZÖNEY

Günlük değişen ruh halleri, doksan dakika için hafta boyunca yaşanan gerilim ve çizgiyi geçen veya geçmeyen bir küreye bağlı hayatlar. Üzerine yazılmış onlarca kitap, çekilmiş yüzlerce film, hazırlanan sayısız belgesel... Yarattığı kahramanlarla, barındırdığı hikayelerle, skandalları ve sevinçleriyle futbol… Kimi zaman “kara” Afrika’nın bir köyünde toprak sahada top koşturan bir çocuğun tek umudu, kimi zamansa ekonomik krizdeki bir ülkenin tüm dertlerini unutturan sevinç kaynağı... Bazen faşist bir diktatörün en kullanışlı silahı, bazense fakir güneyin bir adamla birlikte o büyük ve güçlü kuzeye başkaldırışı… Kimilerine göre kitlelerin afyonu ancak Che Guavera’ya göreyse “devrimin silahı’’ idi.

Yazıya ne kadar “romantik” bir futbol tanımıyla giriş yapsak da günümüzde futbol, yarattığı hikayeler ve kahramanlık öykülerinden daha çok; ırkçılık, yolsuzluk, vergi kaçırma olayları ile anılıyor. Yüz milyar doları aşan bu endüstri, artık peri masallarına pek de izin vermiyor. Özellikle Körfez, Rus ve Uzakdoğu sermayelerinin futbol kulüplerini satın almasıyla birlikte, zengin kulüplerle daha az “zengin” kulüpler arasındaki makas açılıyor. Elbette tarihte belirli kulüplerin siyasi iktidarlar veya sermaye grupları tarafından “desteklenmesi” ve bu sayede bazı kulüplerin bu ayrıcalıklarıyla birlikte başarılar elde etmesi herkesçe malum. Ancak günümüzde total anlamda futbol bir tekelleşmeye gidiyor. Güçlünün her zaman kazandığı bu sistemde; FIFA, UEFA, IFAB gibi resmi kuruluşlarla kulüplerin kurduğu organik ve ayrıcalıklı ilişkiler sistemin tümünü adeta öğütücü bir makinaya çeviriyor. Milyar dolarlık yayın ihaleleri ve bahis gelirleri, yüz milyonlarca euroluk bonservis ücretleri, oyuncuların ve menajerlerin kazandığı milyonlarca euro sistemi temiz olmaktan oldukça uzaklaştırıyor. Futbol, dünyanın en önemli iki futbol kuruluşu olan FIFA ve UEFA başkanlarının yolsuzluk yüzünden ceza aldığı, en ünlü ve en başarılı oyuncuları Ronaldo ve Messi’nin vergi kaçırmak suçundan cezalandırıldığı, Barcelona eski başkanı Josep Maria Bartomeu’nun yolsuzlukla suçlandığı bir dönem yaşıyor. UEFA, Finansal Fair Play uygulaması veya bu kuralı “zengin” kulüplere uygulamamasıyla hakkaniyet duygusunu yok ediyor. Artık futbol; bahis ve yayın gelirleri için takımların neredeyse kırk sekiz saatte bir maç oynadığı gladyatör dövüşlerine dönüşüyor. Manchester City teknik direktörü Pep Guardiola bunu “futbolcuları öldürüyorlar, futbolcular da insan makina değil” sözleriyle ifade ediyor. Ancak futbolcular gladyatörler gibi canları pahasına değil milyonlarca euro için oynuyorlar. Jose Mourinho’nun, bir muhabir tarafından kendisine sorulan “takım yorgun muydu?” sorusuna verdiği, "Yorgun? Günde 15 saat çalışıp ayda birkaç yüz euro kazanıp evine dönen baba yorgun olur. Biz değil" cevabı futbolun bir oyun ve eğlence unsuru olmaktan çıktığını özetliyor. Kulüplerin gelirlerini artırmak amacıyla bilet fiyatlarını yükseltmeleri, futbolun alt ve orta sınıflar tarafından stadyumlarda izlenmesini imkansızlaştırıyor. Binlerce Euro’yu bulabilen bilet fiyatları stadyumların kapılarını taraftarlara kapatıyor ve “turistlere” açıyor. Bir iş insanıyla, bir işçiyi omuz omuza getiren futbol artık sadece kitaplardan okunabiliyor.

Türkiye’de ise birkaç istisna hariç kulüplerimiz milyarlarca liralık borçların altında. Sadece Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray’ın toplam borcu bugünkü kurla 1 milyar euroyu aşıyor. Kulüpler, borçları yüzünden UEFA ve TFF tarafından yaptırımlara maruz kalıyor. Birçok köklü kulüp borçları yüzünden puan silme cezaları, transfer yasakları ve küme düşme tehlikesi ile mücadele ediyor. Yavaş yavaş Avrupa’dakine benzer şekilde kulüpler kişilerin şirketlerine dönüşüyor. Başakşehir, Altınordu, Göztepe ve Kasımpaşa şu anda bu şekilde yönetilen kulüpler. Üç Büyükler’in de borçları yüzünden bu yola gitmek zorunda kalabileceği ve yabancı sermaye tarafından satın alınabileceği yavaş yavaş dillendiriliyor.

Madalyonun öbür yüzünde ise daha acı bir yol var. Geçtiğimiz günlerde finansal sorunlar nedeniyle transfer yasağı ve puan silme cezasına çarptırılan Eskişehirspor, ligin bitimine daha haftalar varken 2. Lig’e düşerek bize bu acı gerçeği bir kez daha hatırlattı. Eskişehirspor’un geleceği ne olur bilinmez ancak Türkiye’deki diğer örneklere baktığımızda Eskişehirspor için iyi şeyler söyleyebilmek pek de mümkün değil. Mesela Türkiye’yi Avrupa’da da temsil etmiş bir dönem fırtına gibi esen Mersin İdman Yurdu borçları yüzünden 2019 yılında kuruluşundan 94 yıl sonra kendini fesh etti. Türkiye’yi o dönemki adıyla UEFA Kupası’nda beş kez temsil etmiş Gaziantepspor da 2020 yılında aynı sonu yaşadı. Süper Lig’de mücadele eden Göztepe ise bir dönem amatör kümeye kadar düşmüş köklü kulüplerimizden. Yine 1912 yılında kurulan İzmir’in önemli kulüplerinden ve hatrı sayılır bir taraftar desteğine sahip Karşıyaka da bugün 3. Lig’de mücadele ediyor ve ligdeki durumu da pek parlak gözükmüyor.

Peki Türkiye’de neredeyse yüz yıla yaklaşan geleneği olan ve hatırı sayılı taraftar desteğine sahip bu kulüpler nasıl oluyor da bu sorunlarla baş edemiyorlar? Bu sorunun cevabı çokça “basiretsiz yönetimler” olarak verilse de bizce bu yönetimler bazı konularda oldukça “basiretli”. Mesela kendi menfaatlerini kulübün menfaatlerinin önüne koyarak; astronomik rakamlar ödeyerek transfer yapmada, menajerlere uçuk komisyonlar ödemede ve akıl almaz anlaşmalara imza atmada inanılmaz derecede “basiretliler”. Kulüp battığında siyasilerden, iş insanlarından ve taraftarlardan yardım isteme konusunda da fazla “basiretliler”. Hatta bazı başkanlar kendi hayalgüçlerinin sınırlarını zorlayarak bu yardım konusunu garnizon komutanına kadar götürebiliyorlar.

Eduardo Galeano’nun “Boş bir stadyumdan daha fazla hüzünlü, kimsesiz tribünlerden daha dilsiz bir şey yoktur." sözünün hafızalarımızda tekrar canlandığı salgın sürecinde biz de tribünlerin sesini sizlere farklı bir şekilde ulaştırmaya çalıştık.

Son yıllarda siyasal iktidar birçok Anadolu şehrine stadyumlar inşa edilmesine öncü olurken bu kadar köklü kulüplere sahip İzmir’e stadyum inşası konusunda geç kalmış bir yardımda bulunabildi. Bu konudaki düşünceleriniz nedir?

Cenker Ekemen: Bu konuda birkaç ayrı görüş var. Bunlardan biri: hükümetin İzmir’e özel bir husumet güdüyor olması yönünde. İktidar demiyoruz çünkü iktidar olan bir parti değil topyekun burjuva sınıfıdır. İşin kötü tarafı kimsenin “öyle şey olmaz” diyemiyor olması. Bu politik tercihlerine çok da karşı bir davranış biçimi olmazdı. Çünkü futbolun Osmanlı’da başladığı yer İzmir. İlk Türk kulüplerinden ikisi olan Karşıyaka ve Altay, dönemin ana ve o zaman için devrimci akımı olan ulus devlet yaratma amacıyla kurulmuş cumhuriyetçi kulüpler. KSK daha İttihat ve Terakki çizgisinde iken Altay biraz daha azınlıkları da içinde barındıran bir kulüp ama ortak özellikleri ilerici ve cumhuriyetçi olmaları. Yeni Osmanlıcı bir çizgide duruyor görünen bir hükümetin spora yaklaşımı açısından bakıldığında tarihsel bir husumetten bahsetmek mümkün görünüyor. Ancak her görünen şey gibi bunun da altında ekonomik ve politik nedenler olduğunu düşünüyorum ben. Örneğin şehir ya da ilçe, kasaba kulüplerine yapılan tesis, stadyum vb yatırımlar oy toplamak için daha rantabl bir yaklaşım gibi. Böyle bir husumet güdülmese dahi, fazla kârlı bir yatırım olarak görülmemiş olma ihtimali daha yüksek. Bundan daha da beteri örneğin bizim zaten bir stadyumumuz vardı: Altay Alsancak Stadyumu. Yerine bir AVM yapma hayalleriyle yıkılan stadyumumuzu yıkma bahaneleri depreme dayanıksız olmasıydı. 5 yıl geçmesine rağmen kasaba takımlarına bile (küçümsediğimden değil sadece kıyas yapabilmek adına verdiğim bir örnek) sayısını bilmediğimiz tesisler kuruldu ancak Altay Alsancak Stadyumu yıllardır bitirilemiyor. Ondan çok daha sonra başlamış ve TOKİ tarafından yapılan Gürsel Aksel Stadyumu çok daha erken bitirildi mesela. Burada da popüler olana, göz önünde olana bir yatırım söz konusu. Belki de kişisel ilişkiler bilemiyorum. Ancak Göztepe gibi köklü bir kulübün çoktan sahip olması gereken bir stadyumdu.

2016-17 sezonunda Altay 3. Lig'de mücadele ederken ondan 4 sezon sonra şimdi ise 1. Lig'de 3. sırada yer alıp Spor Toto Süper Lig'e çıkma konusunda güçlü bir aday olarak yer alıyor. Altay'ın bu çıkışını nasıl yorumluyorsunuz ve nelere bağlıyorsunuz?

Cenker Ekemen: Aslında amatöre düşmekten son anda kurtulmuştuk. O zamanın koşullarında takıma sahip çıkan eski futbolcuları ve gencecik, yürekli altyapı oyuncularımız olmasa belki de düşerdik. Dediğiniz gibi Altay neredeyse küllerinden doğuyor. Öncelikle belirtmeliyim ki hâlâ tüm kararlarını genel kurulda alan bir yapımız var. Bunu bozmaya da pek niyetimiz yok. Bu başarıda en büyük payı bu yapıyı bozmadan doğru hamleler yapabilmeye vermek gerekiyor. Elbette ki köy, kasaba demeden sevdalandığı kulübün kültürüne, onun sahip olduğunu düşündüğü değerlere sahip çıkan taraftarlarının desteği ile birlikte. Şimdi size mikro milliyetçilik gibi gelebilir ama Altaylı olmak koca bir tarihin yükünü omuzlarında taşımaktır biraz da. Siz kaçmak isteseniz de o yakanızı bırakmaz. Sadece taraftar açısından demiyorum. Bir şekilde ekmeğini yiyen, suyunu içen; malzemecisinden oyuncusuna, yıllar önce bir sezon oynamış yabancı futbolcusundan taraftarına o kültürü alan bir daha başka türlü yapamıyor. Eski başkanlarımızdan Rıdvan Burteçin’in bir sözü vardı “tüm Altaylılar akrabağdır” diye. Öncelikle bu ruh ve kültür, Altay’ın küllerinden doğmasındaki en büyük avantajıydı. Sonrasında genç ve dinamik bir ekip yönetimi devraldı. Statükodan uzak, alışılagelmişin dışında yaratıcı yaklaşımlar geliştirebilen bu ekip başkan Özgür Ekmekçioğlu’nun da özverili çabalarıyla güzel işler başardı. Eski Altaylıları bir araya toplayabildiler. Altyapımızdan yetişmiş, iyi bir futbol mazisi bırakmış eski oyuncularımız 3. Lig’de bir vefa örneği gösterip neredeyse boş mukaveleye imza atarak takımın yükünü sırtlandılar. Altyapıdaki genç oyuncuların dinamizmi, taraftarın coşkusu da eklenince stadyumu bile yıkılan Altay, adım adım süper denen lige doğru yürümeye başladı. O dönem pek çok ilçe ya da kasaba takımıyla oynadık. Direk hükümete yakın il ve ilçelerin destekli takımlarının berbat muamelelerine maruz kaldık. Hatta Çorumspor ile oynadığımız yarı final maçının ilk karşılaşmasında stadyumdaki bayrağımız yakıldı, futbolcuların otobüsü taşlandı, sportif direktörümüz ters kelepçeyle stadyumun ortasında şiddete maruz kaldı. Biraz da bu baskı ve kayırmalar hem taraftarları hem de oyuncuları tetikledi diyebiliriz. Elbetteki bunu yapanlar yasal olarak bir yaptırımla karşılaşmadılar. Ancak cezaları oyuncularımız tarafından elenerek kesilmiş oldu. O zaman çok öfkeleniyorduk ama şimdi bakınca teşekkür edesim geliyor. Bizi kenetlediler.

Yine 4 yıl önce 3. Lig’de mücadele eden bir takımın taraftarı olarak alt liglerde siyaset-futbol ilişkisi hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Cenker Ekemen: Aslında alt lig üst lig çok bir şey değişmiyor artık. Her şey herkesin gözü önünde olup bitiyor. Ülke siyasetine bakın, ne görüyorsanız futbolunda da aynıları oluyor. Toplum yaşayan bir organizmadır. Eğer beslendiği kaynaklar zehirlenirse kendisi de kısa süre içinde hastalanır ve artık hiçbir organı çalışmaz olur. Burjuva iktidarı, burjuva demokrasisine dahi tahammül edemezken; kendi yasal organlarını kapatmaya çalışırken, göz önünde olmayan ve maçları naklen yayınlanmayan liglerde elbette çok daha rahat davranabiliyor kendini güçlü olarak görenler.

Bizim de taraftarlarımızın içinde var. Bir çok kulübün taraftarlarında da vardır. “Futbola siyaset karıştırmayın” diyen çok büyük bir kalabalık. Ama aslında futbol fena halde siyasi bir oyun. Her şeyden önce tıpkı Hollywood sineması gibi kitleleri etkileme, onlarla özdeşlik kurma ve katarsise ulaştırma gibi yetenekleri var. Nasıl endüstriyel sinema milyarlarca dolar döndürüyorsa ve bir o kadar politikse, endüstriyel futbol da o kadar politiktir. Marksist bir açıdan bakarsak, üretim ilişkileriyle bu kadar sıkı fıkı olan bir şeyin politik olmaması mümkün değildir. Mesele siz hangi politikayı güdeceksiniz? Ana akımın yanında mı duracaksınız yoksa onun karşısında mı? Biz kendimizi şöyle tanımlıyoruz “Roma’ya karşı direnen son Galya köyüyüz”. Israrla demeye devam edeceğiz ki “bakanımız yok onurumuz var”. 4 yıl önce 3. Lig’de mücadele eden bir kulübün taraftarıyken de şimdi de süper denen lige çıkarsak da daha farklısını söylemeyeceğiz. Büyük Altay’ın büyük başkanı Rıdvan Burteçin’in yaktığı onur meşalesini belki de şimdi yeniden alevlendirme zamanıdır.

Türkiye’de futbolda uzun dönemli ve sağlıklı bir planlama yapılmadığı, günlük sonuçlara dayalı bir sistemin olduğu söylenir. Eskişehirspor 2016-17 sezonunda çok iddialı bir kadro kurmasına rağmen TFF 1. Lig playoff final maçında penaltılarla Göztepe’ye kaybederek Spor Toto Süper Lig'e çıkamadı. Daha sonrasında Eskişehirspor’un gidişatı hep kötüye doğru oldu ve bugün bitime haftalar kala 2. Lig’e düştü. Taraftarlar olarak sizin bu gidişattaki payınız nedir? Kişisel olarak bu kadro planlamasının gelecekte mali açıdan kulübü zor duruma sokacağını o gün düşünmüş müydünüz?

Serhat Bozyel: Eskişehirspor'un borcunun çoğu Süper Lig döneminden kalanlar. Bu borçların bir kısmı sağlıklı bir planlama yapılmaması, dengeli bir bütçe olusturulmamasından kaynaklı. Bir kısmı ise yönetim kurulunda olan kişilerin kulübün kasasından kendilerini zengin etmesinden kaynaklanmakta. O dönem bu durumu protesto edenler arasındaydım fakat sayımız çok değildi. Çeşitli grupların “aman protesto etmeyelim takım olumsuz etkilenir” düşüncesi bizim sözümüzü bastırdı. Taraftarlar olarak bu kötü yönetimin, şu anda içinde bulunduğumuz mevcut durumun bir sorumlusu da biziz diye düşünüyorum. 2016-17 sezonunda kurulan kadroyu kendi adıma mantıklı buluyorum. Süper Lig ve 1. Lig arasındaki gelir farkı çok yüksek. Ağır borcu kapatmak için alınabilecek bir riskti aslında ama tutmadı. Sadece ben değil bütün taraftarlar Göztepe finalini kaybettikten sonra bu günleri yaşayacağımızı tahmin etmiştir diye düşünüyorum.

Eskişehirspor son yıllarda yüksek bedellere birçok oyuncu satışı yaptı ancak geçtiğimiz aylarda Eskişehirsporlu oyuncu Buğra ÇAĞLIYAN maçlardan sonra futbolcular arasında bir ritüel olan forma değişimini yedek forması olmadığı için yapamadı. Siz bir Eskişehirspor taraftarı olarak o anda neler hissettiniz?

Serhat Bozyel: Görüntü olarak dramatik bir görüntüydü epey. Bir tutumu yansıtıyordu aslında o görüntü. Bu kulübün artık haybeye harcayabileceği beş kuruşu dahi yok. Ben mevcut yönetimin bu görüntüyü oluşturan kararı almasını destekliyorum. Sanırsam Buğra'dan formayı isteyen futbolcu parasını kendisinin ödeyebileceğini ifade etmiş. Bu tarz ifadeleri de gereksiz buluyorum. Daha önce de ifade ettiğim gibi bu benim de desteklediğim bir tutumdu. Bir süre bu tarz ritüellerde bulunmamak bizim kulüp adına doğru olacaktır.

Kulüpleri mali açıdan bu durumlara getiren yönetimlerin ve başkanların hiçbir sorumluluk altında olmamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce Türkiye’de futbol yöneticiliğinde nasıl değişiklikler yapılmalı?

Serhat Bozyel: Yönetimde bulunan insanların çoğu aslında suç işliyorlar. Kulübün kasasından kendi harcamalarını yapıyorlar. Kulüplerin eski başkanlara bu denli borçlu olmasının bir sebebi de bu aslında. Kulüp üzerinden elde ettiği şahsi gelirden olmamak adına kulübe borç veriyorlar. Sportif başarı sağlayıp kendi zenginlesmelerini sürdürebilir kılmaya çalışıyorlar. Bu yaptıkları bence kesinlikle bir suçtur. Sorumluluğu ve yaptırımı olmaması oldukça üzücü.

İkinci soruya gelecek olursak, öncelikle bahsettiğim suçun yasal bir yaptırımı olması halinde, yöneticilerin kulüplerin boğazını daha az sıkacağını düşünüyorum.

Gelir gider dengesinin TFF tarafından daha katı şekilde ele alınması gerekiyor. Aşan kulüplere ciddi yaptırımlar uygulanmalı. Ayrıca kulüpler bu konuda şirketleşmeye gidebilir. Bütçe planlaması, onaya sunulması, mevcut riskler, olası projeler, yeni transferler çalışanlar tarafından belirlenebilir.

Kısacası şahısların karar aldığı bir kulüp modelinden ziyade şahısların yetkilerinin kısıtlandığı bir model daha iyi sonuçlar verecektir diye düşünüyorum.

Gelecek için umut taşıyor musunuz? Yoksa Eskişehirspor da bazı köklü kulüplerin yaşadığı sonu yaşar mı?

Serhat Bozyel: Nazım Hikmet’in umutla alakalı bir dizesi vardı "Umut binbir ayaklı, umut güneşte saklı, umut edenler haklı, umut insanın hakkı. " Eskişehirspor taraftarına "1965'ten beri bozuk düzene direniyoruz" pankartı açtıran irade Nazım’ın umut insanın hakkı cümlesiyle örtüşüyor bende. Umut etme hakkımız var çünkü o pankart açıldı. O pankartı açan insanların ortaya koyduğu irade de bazı köklü kulüplerin yaşadığı sonu yaşatmayacaktır diye düşünüyorum. Eskişehirspor'un içinde bulunduğu mevcut şartların bilincinde bir umudum var. Genel olarak camia da durumun farkında. Önemli olan da bu. Çeşitli sorunlar görünür hale geldiği zaman insanlar farkına varıyor. Bu sefer de sorunları çözmeye çalışıyorlar. Eskişehirspor da bu mevcut sorunları çözüp daha güçlü geri gelecektir diye düşünüyorum.

Mali sorunların baş gösterdiği 2000lerin ikinci yarısında Sakaryaspor tarihinde ilk kez 2. Lig'e düştü. Ve hatta transfer yasağının da bu zincire eklenmesiyle 2012-13 sezonunun sonunda kulüp tarihinde yine ilk defa 3. Lig’e düştü. 2013 Şubat ayında genel seçimde aday çıkmayınca futbolcular ve taraftarlar yönetime seçildiler ve deyim yerindeyse imece yöntemiyle kulübü ayakta tutmaya çalıştılar. Böylesi kötü duruma düşmüş kulübün imdadına taraftarlar ve futbolcular yetişti. Bu olay sizin için ne ifade ediyor ve şimdiden 8 yıl önce yaşanmış bu olayı da hesaba katınca halihazırdaki yönetim hakkında düşünceleriniz nedir?

Emre Tan:Aslında bakarsak taraftarlar da yönetimler de kulüplerin birer asli unsurları. Bu unsurlar arasındaki mesafe, İskandinav ülkelerindeki gibi çok fazla da olabilir. Sakaryaspor örneğinde olduğu gibi iç içe de geçebilir. 2013 yılında bahsettiğiniz süreçte takım tam anlamıyla sahipsiz bir şekilde ortada kalmıştı. Bu durumda Sakaryasporlu hiçbir bireyin gönlü buna razı olmazdı, olmadı da. Gelen yönetimin maddi anlamdaki katkısı doğal olarak kısıtlı olsa da manevi anlamda takıma çok şey kattı. Bir çok maça tam kadro olarak takımla deplasmana dahi giden bir yönetimden bahsediyoruz sonuçta. Yönetimin bu şekilde parçası olan bir takımda futbolcu olduğunuzu hayal edin bir de.

Bu olayın bendeki en büyük etkisi ise şu olmuştu: Normalde tuttuğunuz bir takımın yönetim kadrosu açıklandığında içinden en fazla 2-3 kişi tanırsınız, onu da basından veya sosyal medyadan duymuşsunuzdur. Ancak, o açıklanan yönetimin yarısından fazlasını tanıyorduk taraftarlar olarak. Tribünde omuz omuza verdiğimiz, dostluğumuz olan insanlardı. Bir takımın taraftarı tuttuğu takımın yönetimini kendisine ne kadar yakın hissebilirse o kadar hissediyorduk Tatangalar olarak.

Biraz da 1990 yılında altyapı oyuncuları tarafından kurulan taraftar grubu Tatangalar'a değinmek gerekir. Kimileri tarafından alelade bir taraftar grubu değil de şehrin en büyük sivil toplum örgütü olarak görüldüğünü de söylemeden geçmeyelim. Yıllarca takip ettiğiniz Tatangalar sizin için ne ifade ediyor?

Emre Tan: Benim kişisel hayatım ile Sakaryaspor’un form durumu her zaman paralel olmuştur. 2011/12 sezonu idi. Okuldan mezun olan her insan gibi ben de iş arıyordum ve dönüşler sürekli olumsuz oluyordu. Moraller de dipteydi haliyle. O dönemde, iş arama dışında sahip olduğum ikinci rutinim ise Sakaryaspor maçlarına gitmekti. Gidiyoruz ama galibiyet görmüşlüğümüz yok neredeyse. Zaten 34 haftada topu topu 4 galibiyet alıp küme düşmüştük. Ama tabi maraton tribünü her zamanki gibi formda ve dolu oluyordu. Diğer bir deyişle tribündeki savaşı hiç kaybetmedik biz. Maçın ikinci yarısının ortaları gelirdi. Zaten maçtan da kopmuş oluyorduk o zamanlarda. ‘Seviyorum Seni’ bestesini girerdik tüm tribün tek bir ağızdan. Benim için ‘Tatangalar’ tam olarak bu ruh halidir. Sonuçtan bağımsız takımı destekleyen, adeta onunla bir parça olan bir sivil toplum kuruluşu.

Sakaryaspor uzun yıllar Süper Lig'de mücadele etti. Türkiye Kupası'nı kazanmakla birlikte birçok başarıya imza attı. Sakaryaspor kulübünden yetişen Aykut Kocaman, Oğuz Çetin, Tuncay Şanlı gibi futbolcular Türkiye futboluna önemli katkılar sağladı. Sizce Sakaryaspor'un bugünü nasıl? Gelecekte tekrar en üst düzeyde başarılara imza atabilecek mi? Sakaryaspor altyapısı yine böyle yetenekler yetiştirebilecek mi?

Emre Tan:Bu konuda 80’li yılların sonu kadar parlak olduğumuzu iddia edemem maalesef. Bu sonucun farklı dinamiklere bağlı olan çeşitli sebepleri var. Kulüp açısından bakacak olursak Sakaryaspor’un en üst ligde yer aldığı senelerde ilk 11’deki oyuncular çok fazla göz önünde oluyordu hele de İstanbul takımları ile olan bir maçta yıldızlaşıyorlarsa hemen kapağı bu takımlara atıyorlardı. Günümüzde bir yıldız adayı çıksa dahi Sakaryaspor bunun için en uygun takımlardan biri değil maalesef. Bizden kendini daha iyi gösterebilecekleri, daha yarışmacı takımlara geçiyorlar. Sakaryaspor, Gençlerbirliği, Beşiktaş yolundan giden Mustafa Pektemek bunun en güncel örneği. Tabi bir de ülke gerçekleri var. Ülkemizde sporcu olmaya niyetlenen bir genç, okulunu bir kenara bırakmak zorunda. Profosyonel sporcu olma yolu ve eğitim hayatı birlikte ilerleyemiyor. Mevcut ekonomik koşullarda da aileler çocuğunun geleceğini sporcu olma hayaline kolay kolay bağlayamıyorlar. Bu da sadece Sakaryaspor için değil Türkiye’deki tüm futbol klüpleri için daha dar bir futbolcu havuzu demek.

2003 ile 2016 yılları arasında Bucaspor'un bir sezonluk macerası hariç İzmir'den hiçbir takım Spor Toto Süper Lig'de mücadele edemedi. İzmir'in yerel siyasette siyasal iktidarın karşısında olmasıyla diğer kulüplere ve şehirlere nazaran siyasal iktidardan daha az destek alabilmesi arasında bir ilişki var mı sizce?

Gökay Önol: Kesinlikle, evet. Siyasal iktidar hayatın her alanına kendi figürlerini yerleştirirken futbol da bu durumdan nasibini aldı. Siyasal iktidar ile aynı partiye sahip belediyelere ait spor kulüplerine çok ciddi paralar aktarılarak, stadyumlar yapılarak diğer kulüplerin önüne geçmeleri sağlandı. Birçok futbol kulübü devlet destekli kurumlar ve şirketler tarafından sponsorluk anlaşmaları yapmakta hatta bunun ötesinde futbolcu transferlerine kadar ne yazık ki siyasal ilişkilerin önem arz ettiği bir ortamda mücadele etmekteyiz ancak bu durum her ne kadar aslan payını oluştursa da Göztepe’nin kötü günler geçirmesinde İzmir’in önde gelenlerinin, İzmirli bürokratların, yerel medyanın kısacası İzmir’e ait tüm kurumların da payı olduğunu söylemek yanlış olmaz. O dönemde bir şehir, bir ülke tarafından kaderine terk edilmiş bir spor kulübüydük. Şu an ne durumdayız diye bakarsak da aslında değişen çok bir şey olmadığını söyleyebiliriz. Eskiden süre gelen düzen devam etmekte, yine İzmir’in önde gelenlerinin, bürokratların, medyanın desteklemediği yalnızca Sn. başkanımız Mehmet Sepil’in tek başına mücadele ettiğini görmekteyiz.

Göztepe Amatör Lig'e kadar düşmüşken şu anda Spor Toto Süper Lig'de mücadele ediyor. Bu çıkışı nelere bağlıyorsunuz?

Gökay Önol: Türkiye’de bizim düştüğümüz duruma düşüp daha sonra küllerinden doğup tekrar en üst seviyede mücadele etmeyi başaran başka bir kulüp yok. Türk futbol tarihinde kazanılan tüm başarıları listelersek, Göztepe’nin başarıları muhtemelen ilk beş içerisinde yer alır. Bu da zamanında Göztepe’nin geniş kitleleri arkasına almasında, nesillerden nesillere aktarılan bir sevgiye dönüşerek asla vazgeçmeyen ve terk etmeyen, koşulsuz sevgiye sahip bir taraftar kitlesine sahip olmasını sağladı. Taraftarının inatçılığı tekrar Göztepe’yi ayağa kaldırdı. Özellikle 2 Eylül 2006 tarihinde taraftarlarca yapılan “İsyan Yürüyüşü” tüm kamuoyunda büyük yankı uyandırdı, bu sayede Altınbaş Ailesi Göztepe’ye yatırım yaptı ve daha sonrasında içimizden biri olan Sn. Mehmet Sepil yatırımlara devam etti ve bugünlere geldik. Onlara da verdikleri tüm destek için teşekkürü borç biliriz.

3-) Yurtdışından alışık olduğumuz kulüp “sahipliği” son yıllarda Türkiye’de de oluşmaya başladı. Kasımpaşa, Başakşehir, Altınordu ile Göztepe de sahibi olan kulüplerimizden. 2014 yılında Mehmet Sepil ile Göztepe de yükselişe geçti. Siz bir taraftar olarak bu yönetim şekline nasıl yaklaşıyorsunuz? Sizce kulüpte hiçbir sorumluluğu olmayan başkanlar yerine böyle bir sistem daha mı iyi yoksa bu futbolun ruhuna zarar mı veriyor?

Gökay Önol: Sahiplik kelimesi açıkçası çok sevdiğimiz ve hoş karşıladığımız bir kavram değil. Hukuken bakıldığında durum böyle olsa da işleyişte klasik bir sahiplik veya patronluk kavramı ile karşı karşıya değiliz çünkü Göztepe’ye yatırım yapan yatırımcılar zaten bu kulübün geçmişten gelen gücüne ve taraftarına güvenerek yola çıkıyor. Bu sebeple taraftarlar ile ters düşmek kimseye bir fayda sağlamıyor. Öte yandan yatırımcılar, akla ve mantığa göre davranarak kulüplerin geleceğini ipotek altına almıyor fakat şirket olmayan futbol kulüplerini yöneten yöneticiler yalnızca görev aldıkları başkanlık döneminde günü birlik başarılar peşinde olduğundan bunu sağlamak için fütursuzca borçlanıyorlar ve geri dönülemez bir yola giriyorlar. Eğer ki dernek yönetimlerinin görev sürelerince yapmış oldukları borçlardan müteselsil sorumlu olduğu bir sistem olsaydı Türk futbolunun dinamiklerinin şu ankinden çok daha farklı olacağı aşikardır.