Trompetçi kazlar sınır tanımıyor

MAHMUT ŞENOL

Kanada, güneyindeki 2 bin 500 kilometrelik Amerika’yla olan sınırını, salgın başlar başlamaz kapattı; sadece izin verilen sağlık, güvenlik hizmetleri dışında geçiş yok.

Kanada’ya Kral 1.Charles zamanında, 17.yüzyıl başlarında yerleşenler güneydeki Yankee’lerin kuzenleridir; akrabadırlar ama pek anlaşamazlar. Salgın baskın verince yine anlaşmazlıklar çıktı. Trump ve şürekâsı, Meksika sınırına demirden perde örtmeyi tabii hak görürken, Kanada sınırı açık kalsın istiyordu. Şimdilerde Troçki sakalı bırakmış bulunan genç Başbakan Trudeau ise tek bir Kanadalının dahi hastalanmaması için ‘imtina’ gösteriyordu.

Virüs sınırdan kendi başına geçemeyecekti ama insanların yakasına yapışıp gizlenmiş olarak ülkeden ülkeye bedavaya seyahat mi edecekti; olmaz öyle şey. Sınır kapalı, ne zaman açılacak bilinmez fakat göçmen kaz sürüleri, Amerika’dan kuzeye bahar yolculuğuna başladılar bile. Zira bu takvimin ucu, yazı gösteriyor. Kanada’nın ‘trompetçi kazları’ diye bilinen kaz sürüleri, akın akın sınırı geçiyorlar. Bildiğiniz göçmen kuşların V tarzında uçuş filosunu kurarak hep uzağa, ileriye, daha kuzeye gidiyorlar... İşte, çatılarımızın üstünden sürüler trompet sesine benzeyen ötüşleriyle Kanada’ya geri geliyor. Sonbahara kadar onları şehirlerin parklarında, sokaklarda, bahçelerimizde göreceğiz. İnsandan kaçmayan, zararsız, pek sevimli, besili bir kuzu büyüklüğünde, hasılı ‘al kucağına sev’ gibi bir şey hepsi.

Bu insan var ya bu insan; müzisyen göçmen kuşları da öldürür. Haziran 15’ten sonra bir ay boyunca trompetçilerden boynu bükük, kanadı kırık, yere düşecekler var. Av yasağı kalkacak. Acımasızdır HomoSapiens! Latincesini yazalım da bilmiyor demesinler; Branta Canadensis’ler trompet sesleriyle geçip giderken, üflemeli müzik aleti olan gerçek trompet satışları da salgından sonra fırladı. Yok, insanlar ‘tırlattı’ demiyoruz, ihtiyaçtan trompet satın alınıyor. Trompet çalmasını bilenler bilmeyenler, müzik mağazalarından online siparişlerini veriyorlar. Aldıkları çalgıyı kapıp bir iki provadan sonra, salgından evvel ayda yılda bir ziyarete gittikleri anne babalarının, aile yaşlılarının bırakıldığı bakımevlerinin bahçesine, kaldırımına, otoparkına, kısacası içerde âdeta mahsur kalmış, hasta bakıcılardan başka kimseyle teması olmayan ailenin son üyelerine trompetle sesleniyorlar.

Kimisi doksanlık annesinin en sevdiği Elvis Presley’in ‘It’s now or never’ ını çalıyor, anneciği camdan el sallıyor ellilik kızına; bazısı daha usta çıkıyor, Louis Armstrong’un ‘What a wonderful world’ jazz şarkısını çınlatıyor. Karşılıklı ağlaşıyorlar sonra, onları durup izleyen ötekiler de öyle. Şimdi melankoli ve hüzün zamanıdır, Kanada’da...

Zaten Elias Canetti’nin Kitle ve İktidar kitabında yazdığı gibi, ¨Kendisine yaklaşan tehlikeden kaçamayan insan melankoliye yakalanır.¨ Şimdi herkes melankolik. Huzurevinin dışarısından annesine trompet çalıp iletişim kuran kızının ruhu sızlıyor, çünkü insan ve diyor ki içinden ¨Ah, şu günler bir geçse, ben annemi orada bırakır mıyım, alır dönerim evime...¨

Sonra zaman bize yine gösterecek ki, Albert Camus’nün çekmecelerde, mendillerde saklanan veba bakterisi güya bir süreliğine ortadan nasıl kalktıysa ve şehir eski alışkanlıklarına nasıl döndüyse, virüs günlerinin trompetçi kızı annesini yine bakımevinde tutmaya devam edecektir. Böyle yapar mı bilemeyiz ama Vancouver’daki bir huzurevinde bakılan babasına her gün trompetiyle ulaşmaya, iletişim kurmaya çalışan Bayan Sam Monckton’un bu içten seslenişi doğusundan batısına bütün kıta Kanada’sında duyuldu. Babası en çok 50’lerin caz şarkıcısı Billie Holliday’ın seslendirdiği ‘Blue Moon’u severmiş, Sam şimdi onu çalıyor, detone sesler çıksa da trompetinden fark etmiyor, babasına kaldırımdan elini uzatmış gibi kendisini hissediyor.

Zaten üstümüzden geçen kazlar da her zaman notaya uygun ses çıkartmıyor, bazen işitiyorum, kimileri caz çalıyor kimisi konçerto titizliğinde ötüp gidiyor. Fakat Verdi’nin Kilise için bestelediği ilahisinde denildiği gibi, trompet o hârika sesini çıkartmaya devam ediyor: ¨Tuba mirum spargens sonum!¨