21 Ocak 1996’da Ankara’da kurduğumuz Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin kısa ve öz kuruluş bildirgesi ülke genelinde yankı bulmuş ve onlarca slogan içinden ‘aşkın ve devrimin partisi’ öne çıkmıştı. Doğal olarak her tür tecavüzün ve kadın cinayetlerinin o zaman da yaygın olduğu bir ülkede medya bu aykırı ama o derecede ‘zararsız’ görünen sloganı manşetlere taşıdı. Sosyalist […]

21 Ocak 1996’da Ankara’da kurduğumuz Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin kısa ve öz kuruluş bildirgesi ülke genelinde yankı bulmuş ve onlarca slogan içinden ‘aşkın ve devrimin partisi’ öne çıkmıştı.

Doğal olarak her tür tecavüzün ve kadın cinayetlerinin o zaman da yaygın olduğu bir ülkede medya bu aykırı ama o derecede ‘zararsız’ görünen sloganı manşetlere taşıdı. Sosyalist sol içinde, kenarında, ötesinde, berisinde pek çok kişi de bu ‘cıvıklığı’ haksız biçimde eleştirdi.

23 yıl sonra bu sloganın belki de en önemli taleplerin başında gelmesi gerektiğini düşünmek için dünyanın heryerinden nedenimiz var gibi görünüyor. En önemli kanıtlardan birini de İstanbul yerel seçimlerinde gördük.

Popülizmin kutuplaştırıcı ve ortak düşman(lar) odaklı diline karşı kucaklayıcı bir ‘sevgi dili’ kurmanın mümkün ve gerekli olduğunu İmamoğlu’nun başarılı kampanyası gösterdi. Benzer bir kampanyayı Alper Taş da Beyoğlu için yürüttü ancak 8 bin oyla kaybetti. İkinci turda yerel belediyeler de oylansaydı büyük ihtimal Taş da seçimi kazanacaktı.

Başka ülkelerde Trump, Farage, ve Orban gibileri ve Türkiye’de Erdoğan popülist siyaset kampanyalarını aşırı derecede ötekileştirilmiş bir rakip üzerinden yürüttüler. Zaman zaman ton değiştirse de genel ekseni açık ya da dolaylı olarak Kılıçdaroğlu’nun etnik ve dini kökeni ve destekleyenlerin farklı yaşam tarzları ve duruşları gibi nitelikler üzerinden söylemler kullanıldı.

Popülist siyasetçilerin çoğu böyle bir ötekileştirme siyaseti üzerinden destekçilerin kenetlenmesi ve dağılmamasını hedefliyor. İngiltere’de de Nigel Farage’ın partileri özelinde iyice berraklaşan ama Muhafazakâr Parti tarafından da çok yaygın kullanılan Avrupa Birliği’nin ve destekçilerinin ötekileştirilmesi.

Bu siyasetçilerin bir özelliği de kendilerinin de bir parçası oldukları ‘establishment’ diye bir ‘şeyii hedef almaları. ‘Establishment’ kavramını Türkçe’de nasıl kullanılıyor emin değilim ancak ‘egemen sınıf/zümre’ ve ‘üst akıl’ arası bir yere oturtmak mümkün. Burada kastedilen genel olarak bir elit kesim ise de her zaman sadece bir küçük zümre değil. Örneğin popülistler İngiltere’de bunun içine zaman zaman genel olarak şehirlerde yaşayan, iyi eğitimli, açık görüşlü ve liberter düşüncelere yakın hemen herkesi dahil edebiliyorlar. Doğal olarak göçmenler ve göçmenlere destek olan herkes de bunun içine dahil edilebiliyor. Faşizme giden en kısa yol da buradan geçiyor.

Bu tarz bir hedefin gerçek ve güncel olması da şart değil. Örneğin Akp’nin de 1940’lar Chp’si üzerinden siyaset yapması buna iyi bir örnek. İngiltere’de Corbyn’in dili de düşman seçmekten ziyade herkesi kucaklamaya odaklı. The Atlantic gazetesinden Melvyn Ingleby’nin ‘radikal sevgi ile Erdoğan’ı yenen adam’ ilan ettiği İmamoğlu bu anlamda muhtemelen en ‘radikal’ örnek.

İmamoğlu halk arasına karıştığı bir kaç gerilimli enstantane dışında bu ‘radikal sevgi’ ile büyük takdir topladı. Hatta sosyal medyada önemli bir kesime ‘evliya sabrı var adamda’ dedirtti. Sadece bu radikal sevgi üzerinden yol alınamaz ama bu önemli bir başlangıç noktası.

Kucaklayıcı bir sevgi dilinin önemi klişe bir sevgi veya aşk yüceltmesinden değil ortamı temizleyip gerçekleri tartışabilme zemini oluşturmaya katkısından kaynaklanıyor. Çünkü eşitsizliklerin ve adaletsizliğin nedeninin ‘laikçi teyze’ ya da ‘Kürt Memet’ olmadığını anladığımız zaman gerçek nedenleri anlama ve sorumluları yakalama şansımız var. Yeniden aşkın ve devrimin partisini inşa etme vakti gelmiş geçiyor.

İyi haftalar ve bol şanslar.