Trump destekçilerinin ABD Kongresi’ni işgali birçok traji-komik sayılabilecek görüntülere sahne oldu. En ilginç olanlardan biri Trump’ın Marx’ın kellesini uçurduğu dövizdi. Komünizm karşıtı bazı diğer dövizleri de dikkate alınca olaya vakıf olmayan biri seçimi Trump’ın elinden Marksistlerin aldığını rahatlıkla düşünebilir. Ancak bu gerçeklikle bağı koparmış hal sadece bilet kesenler ya da kesilenlerle sınırlı görünmüyor. Bu şizofren durum aslında resmin bütününde var. Sanayinin terk ettiği coğrafyaların mağdurlarına, Amerikan’ın ihtişamlı günlerini geri getireceğim diyen ve bu süreçten küreselleşmeyi sorumlu tutan Trump’ın gökdelenlerinin İstanbul’a kadar sirayet etmiş olmasına ne demeli? Dahası ABD’nin üretim ekonomisini kaybetmesinin önemli bir nedeni sermayenin bizzat Trump’ın en büyüklerinden biri olduğu gayrimenkul sektörüne kayması değil mi?

ABD’deki son seçim ve sonrasındaki durumu değerlendirirken yine Zizek’in ayrıştırılmasını önemsediği liberal-demokrat ve faşist ideolojik mistifikasyon ikilisine gözleri çevirmek akıllıca olabilir. Liberal-demokrat Biden, özgürlük, büyüme, demokrasi gibi iyicil içerikleri vurgularken geri plandaki sınıfsal ve diğer ayrıcalıkları ve dışlama biçimlerini saklamıyor mu? Biliyoruz ki herkes için isteniyor gibi yapılan aslında ayrıcalıklı bir kesimin taleplerini ve çıkarını temsil ediyor. Diğer yanda, Trump’ın söylemine damgasını vuran kötücül yabancı düşmanlığı örneğin sınıf mücadelesi ve sömürüye duyulan öfke gibi iyicil içeriklerin yerine ikame edilmiyor mu? Dolayısıyla, Trump destekçileri arasında Marx’a ve komünizme duyulan öfkeyi tam da bu ikame sürecinin bir parçası olarak okuduğumuzda bu nefret o kadar da anlamsız olmayabilir.

Tam da bu noktadan bakarak, Benjamin’in yine Zizek tarafından popülerleştirilen, “her faşist yükselişin arka planında başarısız bir devrim vardır” sözünü hatırlamakta yarar var! Benjamin’in aklında bu sözü ederken kuvvetle muhtemel Hitler’in yükselişinden hemen önce kanlı biçimde bastırılan ayaklanma, belki kısmen de Musolini’nin iktidara gelmesiyle sonuçlanan altüst oluşlar vardı. Kuşkusuz ABD örneğinde son seçimde Bernie Sanders’ın verdiği mücadeleyi ve yaşadığı yenilgiyi hatırlamakta yarar var. Sanders’ın yaşına karşın verdiği mücadele dikkat çekici olmakla birlikte yarattığı rüzgârın sınıf çelişkileri ve eşitsizliklerin işaret ettiği büyüklüğün gerisinde kaldığının hepimiz farkındayız. Günün sonunda öyle ya da böyle doldurulamayan boşlukların nasıl doldurulduğunu Senatoya bakarken gördük.

Ancak, bu tür mücadeleler Sanders örneğinde olduğu gibi yukarıdan aşağı inisiyatiflerle sınırlı değil. Geçtiğimiz günlerde Türkiye’de de tartışılan “Kansas’ın Sorunu Ne” kitabında, Thomas Frank’ın ayrıntılı biçimde gösterdiği gibi günümüzde Hristiyan köktenciliğinin etkisinde ırkçılık ve yabancı düşmanlığıyla öne çıkan ve Trump’a destek veren Kansas, 1970’lere kadar radikal sol popülizmin kalesi olarak biliniyordu. Bir kez daha Benjamin’in “devrimin başarısızlığı” vurgusunu hatırlayalım.

Öte yandan, Trump’ın faşizmle olan ilişkisi konusunda bazı ince noktaların altını çizmek gerekiyor. Faşizm, belli bir lider profilinden daha fazlasına tekabül ediyor. Trump, iktidara tarihsel faşizm örneklerinde olduğu gibi bir hareketin kanatlarında gelmedi; medya ve paranın gücünü harekete geçirerek özgün bir seçmen kesimiyle buluştu. Dahası, tarihsel faşizmden farklı olarak Trump’ın sistematik bir programının olmadığını da biliyoruz. Dahası toplumu teslim alan karizmatik bir kişilikle de karşı karşıya değiliz.

Ama korkutucu olan da bu değil mi? Bu zayıflıklarına karşın Trump seçmenlerin yarısının desteğini alabildiyse, bu zaafları gidermiş bir başka liderliğin ABD ve dünyayı nereye taşıyacağını düşünmekte yarar var.

Düşünürken başa saralım ve bir kez daha soralım, sahi nedir bu Marx korkusu?