Nasıl oluyor da sol siyasetin hükmü kalmadı vaveylası ortalığı kaplamışken aynı zamanda sağcılar giderek daha otoriterleşiyor ve “zamanımızın faşizmine” gidiş hızlanıyor?

Öyle ya, solun/ sosyalizmin toplumsal tabanı kalmadıysa egemenlerdeki bu telaş niye?

Her geçen gün dünyanın bir ülkesinde iktidarı en hafif deyimiyle aşırı sağcı, savaş yanlısı otoriter rejimler öyle ya da böyle ele geçiriyorlar. Ortak özellikleri ne?

İlkin, hepsi de kadın düşmanı. Kadını eve kapatmanın, erkeğin boyunduruğu altına sokarak sadece üreme ve erkeğin zevkinin nesnesi haline getirmenin peşine düşmüş durumdalar. Kadının hem çalışma hayatından hem de sokaklardan çekilmesi için çabalıyorlar. Kadına yönelik şiddet dünyanın dört bir yanını sarmış durumda ve devletler bunu önlemek için bir iki göstermelik yasal düzenleme dışında hiç bir şey yapmıyorlar.

Kısa bir tarihsel bilgi: İkinci Dünya Savaşı boyunca özellikle ABD’ de erkekler savaşa gidince, kadınların üretim ve çalışma hayatına katılmaları zorunlu olmuştu. Savaştan hemen sonra psikiyatrik hastalıklarla anne bakımının azlığı arasında dolaysız ilişki kuran araştırmalar ve teorik metinler patlayıverdi! Annelik ihmal edilmemesi gereken ve tabi ki kadının temel görevi/vasfı olan bir “fıtrat” olarak yine/yeniden tanımlanmaya başladı. Savaştan dönen erkeklere çalışma hayatında yer bulmak gerekiyordu Bir de kadınlar evden çıkmanın ve çalışmanın sağladığı özgürleşme bilinciyle savaştan önceki kadınlardan farklılaşmışlardı.

Kadınlara yönelik baskının daha katmerlisi LGBTİ bireylere yönelik olarak artıyor. Brezilya’nın yeni başkanı ‘oğlum gey olmaktansa ölsün daha iyi’ diyebiliyor! Errkek iktidarı için erkek olmayan her kimlik bir ve aynı değersizlikte. Eşcinseller ise errkeklik için kadından daha yüzkarası ve tehlikeli!

Ve göçmenler. Güneyden kuzeye, doğudan batıya milyonlar akıyor, ölüm pahasına. Trump’ın Meksika sınırına asker yığıp, peşinen vur emri vermesi, sadece gelenlere “ekmek vermeme” bencilliğiyle açıklanabilir mi? BirGün’ün dünkü pazar ekindeki “Sosyalizm Trump’ı korkutuyor: Beyaz Saray’da kızıl tehlike raporu” başlıklı yazı, bize meselenin banal bir göçmen karşıtlığından daha derin bir boyutu olduğunu da gösteriyor.

Bir kaç küçük ülke dışında tüm dünyada yönetimler eğitim ve sağlık alanlarını devletin sorumluluğundan çıkarmanın gayreti içindeler. Obama’nın sağlık reformuna karşı yapılan protestolarda beyaz Amerikalılar “sağlık bir insan hakkı değildir” pankartları taşıyordu! Nitekim, Trump gelir gelmez yoksullara sağlık hizmeti sağlayan yasayı parçalamaya çalışmadı mı?

İnsanlığın tümünü refah içinde yaşatmanın mümkün olmadığı, dünyanın ne yapsa besleyemeyeceği bir nüfus artışı tehdidi altında olduğu, çevre felaketlerinin asıl nedeninin nüfus fazlası olduğu iddiaları “think- tank” raporları ve akademik çalışmalardan gündelik medyaya yayılmaya başlamış durumda. Bir kaç yıl önce anlı şanlı Greenpeace yöneticisi ‘dünya insan nüfusu 1-2 milyar civarında olsa hiçbir çevre sorunu kalmaz’ diye abuklamıştı. İnsanın aklına 17. yüzyılda Paris’te “aylakların, avarelerin, çalışmayı reddedenlerin” akıl hastası olarak tanımlanıp tımarhaneye kapatılmaları geliyor. Hani, yine/yeniden insanlar aynı tür değil o yüzden aynı haklara sahip de olmamalılar, denmesine ramak kalmış durumda.

Egemenlerin hızla savaş çığırtkanı, ırkçılara dönüşmesine, insan hakları dahası insanlık kavramının parçalanmasına yönelik çabalara bakıp da solculuk yapmanın zamanı değil, artık mümkün de değil demek aymazlık değilse olsa olsa bizatihi sistemin yardakçısı olmak değil mi?

Niye korkuyor Trumpgiller, kim(ler)den korkuyorlar? Bu sorunun yanıtını vermeden yapılacak siyaset, bilerek ya da bilmeden Trumpgillerle aynı cephede yer almaktan başka işe yaramayacak.

Ne 19. Yüzyıl sonundayız, ne de 2. Dünya Savaşı sonrasında. Kadınlar, LGBTİ bireyler, göçmenler, yoksullar dalga dalga geliyorlar. Bugüne kadar ölüm pahasına kazandıklarını korumak için verdikleri savunma mücadelesini, yüzlerce yılın sömürüsünden doğan alacakları için bir saldırıya dönüştürecek siyasetin, demem o ki tam da solun zamanı değil mi?