Parlamento tatilde, muhalefet kendi derdindeyken yeni rejim her alanda ‘hazırlık’ yapıyor. O hazırlığın sonuçlarını sonbaharda hep beraber göreceğiz. Böyle bir dönemde kısır polemik maddeleri dışında muhalefetin derli toplu tek bir değerlendirme dahi yapmaması önümüzdeki tabloyu daha da vahim hale getiriyor. CHP ve HDP “dur bakalım” tavrıyla kendilerini koruduklarını zannetse de içine yuvarlandıkları pozisyon altlarını oyuyor.

AKP-MHP blokunun elinde Yargıtay’ın Berberoğlu kararı bir koz olarak bekliyor. CHP’nin yeniden seçilerek dokunulmazlık kazanmasına rağmen ‘yargılanmasına devam’ kararı çıkan Berberoğlu’nu parti içi krizde mühimmat olarak kullanmak dışında yaptığı bir şey yok. Aynı durumdaki CHP ve HDP milletvekillerinin rehin duruma düşme ihtimali çok yüksek.

ABD ile yaşanan papaz krizi buzdağının görünen yüzü. Bir noktaya kadar Trump da Erdoğan da bu gerilimlerden kârlı çıkıyor ama iş her an çığırından çıkabilir. ABD Türkiye’de rehin tutulan tüm vatandaşlarının tahliyesini ve Ortadoğu’da ‘kıvama’ gelmesini talep ediyor; AKP ise Halkbank davasının başına yeni dertler açmadan unutulmasını istiyor. Muhalefetin şahsileştirilmiş bu kirli pazarlıkları, keyfiliği, kuralsızlığı görmezden gelerek iktidar yanında saf tutması “milli duruş” falan değil aksine bu güne dek sürdürülen yanlış politikaların kabul edilmesi demek.

Halbuki hem ABD’nin tehditlerine hem de AKP’nin Türkiye’yi köşeye sıkıştıran politikalarına karşı çıkmak mümkün. Ama bu gerçek bir anti-emperyalist tutum ve cesaret gerektirir. CHP yönetiminin ufku buna yetmiyor. “Biz” dediği her yerde oyun dışı kalıyor. Kılıçdaroğlu misilleme olarak ABD’li iki bakana Türkiye aynı yaptırımı uygulasın dedikten sonra CHP Erdoğan’ın bu doğrultudaki kararının göstermelik olduğunu nasıl söyleyecek mesela. Kürt siyasetindeki sorun ise ufuksuzluk değil pragmatizm. Anti-emperyalizm denince ‘şimdi bizi eleştirecekler’ diyen Kürt siyaseti özellikle Suriye denklemi nedeniyle ABD ile ilişkilerde tutarlı bir siyasi hattı savunamıyor.

Türkiye ekonomisinin içine yuvarlandığı krizde ABD ile yaşanan gerilimlerin etkisi sanıldığı kadar büyük değil. Açıklanan yaptırımlar ‘şimdilik’ ekonomik bir anlam ifade etmiyor. Ama yabancı sermayeye göbekten bağlı ülke ekonomisini sarsmaya bu bile yetiyor. Uzun zamandır ekonomi analistleri 2001 krizi sonrasında sağlam temellere oturtulduğu düşünülen bankacılık sisteminin alarm verdiğini yazıyor; cari açığa dikkat çekiyor. Devlet tasarruf yapacak derken Saray’ın yüksek masrafları ve itibar adına lüks harcamaların sürdürülmesi sorunları güven krizini derinleştiriyor. Ekonominin kötü yönetimi astronomik zamlarla, döviz kurundaki yükselmeyle yurttaşın cebindeki son kuruşu da eritiyor. 24 Haziran sonrasında iktidarını sürdürmesinde durumunda faiz ve enflasyon sorununun çözüleceğini ileri süren Erdoğan’ın 100 günlük eylem planında ekonomiye nefes aldıracak tek bir öneri yok. Üstüne üstlük eylem planı çelişkilerle dolu. Harcamalar, dış borçlanma hızla artıyor ama enflasyonun düşmesi bekleniyor. Yani olmayacak duaya amin deniyor.

Yerli savunma sanayi ekonomiyi uçuracak, sorunlarımızı çözecek diyen yandaş kalemler artan silah ihracatını kanıt olarak gösteriyor. Ama o silah ticaretinin ABD ve Avrupa gölgesinde yapıldığını gizliyor. Türkiye tank yapıyor, motoru yok; helikopter yapıyor motoru yok. Hepsinde Batı’ya bağımlı. Ayrıca silah satışındaki en büyük payı ABD’nin Ortadoğu’daki taşeron ülkeleri oluşturuyor. Türkiye kendisi de ithal ettiği silahların yüzde 60’ını ABD’den alıyor. Öyleyse yerli savunma teşvikleri ne anlama geliyor diyecekseniz. O teşvikler yandaş sermaye, ordu ve Saray arasında çıkar birliği kurmaya yarıyor.

Muhalefet ekonomik felaket hakkında yalnızca mırıldanıyor. Gölge kabine kurma, halkın güncel sorunlarına cevap bulma vaatleri 24 Haziran öncesinde kaldı. MÜSİAD Başkanı ülkenin “kelepir” hale gelmesiyle övünürken, yandaş patronlara vergi muafiyeti ve teşvik yağarken, sendikal haklar budanırken ne muhalefetten ne de sendikalardan ses çıkıyor. CHP imza ölçerle kafayı bozup memleket işlerini rafa kaldırmış, tarihsel misyonu olan sendikalar etkin bir grev örgütleyemeyecek kadar zayıflamış. OHAL’de yaşamını yitiren 4 bine yakın işçinin hakkını sormadan ne muhalefet ne sendikacılık yapılamaz

Ezcümle tek adam rejimine karşı çıkan yüzde elli ‘kaportacı muhalefete’ güvenini kaybetti. CHP yönetimine kızıyor ama İnce’den de eskisi gibi heyecan duymuyor. Akşener bırakıyor kalıyor hengamesinde İyi Parti’ye bel bağlayan da bir elin parmağını geçmiyor. HDP hala barajı tamamen kendi oylarımızla geçtik diyerek içine kapanıyor. Bu tablo karşısında toplumun karamsarlığa kapılan kesimlerine başarabiliriz dedirten bir siyasi perspektife ve yeniden örgütlenmeye ihtiyacımız var.