Siz hiç inşaatta çalıştınız mı? Ben çalışmadım, ama izlemiştim çalışanları, yazın kan ter içinde, kışın soğuktan titreyerek, o yüksek binalarda ekmek paralarını çıkarışlarını… Bir inşaat ülkesi olduğumuz için, bu ağır işçiliğe tanık olmayan yoktur herhalde. Sonra sık sık gazete haberlerinde de karşınıza çıkar, raydan çıkan ya da çöken asansörlerde, yüksekten düşerek ya da ezilerek öldürülüşlerine… İş kazası der işverenler ve devlet, iş cinayeti der sendikalar ve işçiler… Artık o kadar sıradanlaştı ki iş cinayetleri, sadece 2015’te 1730 işçi yaşamını yitirmiş. Sendikalara göre, bu ölümlerin tamamı önlenebilir, işçi hakları ve örgütlülüğünün gelişmesiyle. Haklar ve örgütlülük, işveren ve devlet üzerinde baskı kurar çünkü güvenli bir çalışma ortamı için, işçilerin bilinçlenmesinin ve dayanışmasının önünü açar.

2 Aralık’ta gösterime girecek olan ‘Babamın Kanatları’, böylesine yakıcı bir sorunu içeriden bir bakışla, işçilerin, ustabaşılarının, müteahhitlerin, işçi ailelerinin gözünden beyazperdeye taşıyor. Filmin senaryosunu çekilmeden önce okuduğumda, sağlam bir işçi filmi geliyor diye düşünmüştüm, sadece işçi sorunlarını ele aldığı için değil, filmin başkarakteri İbrahim aracılığıyla hayatla ölüm arasındaki o ince çizgide sordurttuğu sorular, didaktik olmayan üslubu, titiz bir ön hazırlık sürecinin izlerini taşıyan yaşanmışlıklarla dolu detaylarıyla… Filmin yönetmeni ve senaristi Kıvanç Sezer, böylesine ağır bir konuyu etraflıca, seyirciyi boğmadan, estetik ve etik duyarlılığı sonuna kadar gözeterek anlatmış. Oyuncu seçiminden müziğine, her şey öylesine yerli yerine oturmuş ki, daha ilk sahnesinden sahici ve samimi bir dille sarıp sarmalıyor film.
tuhaf-aynalar-215883-1.
Balıkçılar kahvesinde oturmuş filme dair düşünürken, aklıma Kracauer’in ‘Kitle Süsü’ndeki sinemayla ilgili o öfkeli yazısı geldi. Daha 60’larda, film üretim sürecinin seyircisi gibi kemikleştiğinden, filmlerin tipik, sürekli tekrarlayan motifler ve eğilimler yüzünden şaşırtıcılığını yitirdiğinden bahsederek şöyle haykırıyordu: “Bu üretim tarzıyla hesaplaşmanın vakti geldi. Aptalca, sahtekârca ve çoğunlukla bayağı bir tarzdır bu. Böyle devam etmesine müsaade edilemez.”

Kracauer bugün yaşasaydı sinemanın haline bakıp neler söyler diye düşünürken, şu romantik komedi gişe filmlerinden birini birlikte izlediğimizi hayal ettim bir an ve bir kahkaha aldı beni. Kahvehanedekiler, kendi kendime konuşma ya da gülmelerime alışkındılar. “Ah Kracauer, Vah Kracauer” diye söylenirken, o yazının sonundaki nasihatini hatırladım, hemen hemen her konuda geçerli olan: “Yol göstermek gerekiyor mu? Bir reçete mi bekleniyor? Bu işin reçetesi yok. Samimiyet, gözlem yeteneği, insanlık –bunlar öğretilemez.”

Kracauer’e göre, mesele sadece piyasa ve kâr zihniyeti ya da starlık sistemi değil, endüstrinin çıkarları ile üretilen filmlerin arasındaki ideolojik bağın görmezden gelinmesi. Bu ideolojik kalıba göre üretilen gişe filmleri, “fast food”la beslenmeye benzetilebilir, yedikçe aç bırakan… Hem samimi dertleri olan, hem de gişe yapan filmler, dayatılan o ideolojik kalıpları kırdıkça oldu hep.

‘Babamın Kanatları’nı izledikten sonra da düşünmüştüm, gerçekte tastamam bir kâbusun içinde yaşadığımızı. Filmdeki İbrahim Usta’nın başına gelenler gibi nice hikâyeler var hayatın içinde. Otobüsün ya da otomobilin penceresinden yükselen binalardaki inşaat işçilerini görüyoruz, onlar da bizi görüyor, ama bir görmemezlik de var bir yandan. Bazen her şey, Philip Roth’un ‘Ve Hayalet Sahneden Çekilir’de yazdığı gibi, lunaparktaki tuhaf aynalarda yansıyor gibi görünüyor gözüme, hem tanıdık hem de çok yabancı bir şakanın kurbanlarıymışız gibi hissediyorum. Sinema, dünyaya çarpık bakmamıza neden olan bu tuhaf yansımaları düzelterek, birbirimizi görmemizi sağladıkça, Kracauer’in öğretilemez dediği “insanlık” da öğrenilebilir belki, kâbustan uyanmak için…