Geçen yazıda 20. yüzyılın sonlarında ulaştığımız “postmodern” zamanlardan söz etmiştim. İnsan için gelişmeler ve olanaklar gibi çelişkinin, karmaşanın, belirsizliğin de arttığı, buna karşın modern değer, düşünce, ilke kurumların tılsımlarımı kaybettiği postmodern zamanlardan... Ne kadar tılsımlı oldukları tartışmaya açık ama tılsımları anlamlarındaydı, anlamlarını boş verip araçsallıklarını kullanılınca sihirleri hepten bozuldu diye düşünmek daha doğru olur.

Hannah Arendt, “İnsanlık Durumu” adlı kitabında homo-faber (araççı-yararcı diyelim) insan için çok şeyin “kendinde bir amaç” olarak sunulabildiğini, ancak bu anlayış içinde bütün amaçların kısa sürede başka amaçlar için araç haline geldiklerini anlatır ve bu amaç-araç zincirini kırmanın mümkün olmadığını söyler. Oysa anlam, erişilse veya elden kaçırılsa da kalıcılığını sürdürür ve niteliğinden bir şey kaybetmez; ne yazık ki, kendi amaç ve araçlarından başka bir şey düşünmeyen homo-faber, anlamı anlamaktan acizdir!

Bugün dünyaya egemen olan da bu ve “yararcı-çıkarcı aklı” geliştikçe, insan için araçsallaştırmanın sonu gelmiyor! Şu demokrasi meselesi mesela!

2011 seçimlerine giderken, katıldığım bir televizyon programında partilerin adayları konuşuluyordu; yeniler, özellikler vs... Dayanamayıp, “kimin adaylarından söz ediyorsunuz; sizin mi, benim mi” diye sormuştum! Herkes şaşırdı tabii; bir an “ne bu şimdi!” der gibi yüzüme bakmış, sonra konuşmalarını sürdürmüşlerdi. Onlara göre anlamsız bir soruydu sorduğum; ortada konuşulması gereken bir “reel politik” vardı;  böyle “ütopik, fantastik” sorularla uğraşmanın anlamı da yoktu! Yani, demokrasiyi, araç ve kurumlarını, ilke ve mekanizmalarını konuşabilirdik ama “anlamını” konuşmaya ne vaktimiz vardı, ne de ihtiyacımız! Konuşmadık da... Yalnız o program, o gün için değil; hep böyle! Anlamı aramak ve konuşmak beyhudelik gibi! Oysa, bu kurumlar ve araçların tılsımları kaybolmuşsa, nedenini, anlamlarına boş verdiğimizde aramak lazım!

Bugün de seçim maratonunun sondan bir önceki etabındayız; adaylar belli oldu. Gösterilen adaylara bakıldığında, kadınlar ve gençler konusunda yükselen bir duyarlılıktan söz edilebilir; Müslüman olmayanlar arasından aday çıkarılması konusunda bir duyarlılığın filiz verdiği söylenebilir; yani bir “temsil” derdine düşülmüş gibi! Ancak kültürel farklılık ve eşitsizlikler önemsenirken, -bir itirazım yok tabii- sosyoekonomik eşitsizliklerin önemsenmek şöyle dursun, yok sayılması gibi bir durum da var ve kimsenin umuru değil!

Kabaca olsa da bazı hatırlatmalar yapayım: Örneğin bu ülkede yüzde 30’a yaklaşan bir kırsal kesim var; ücretliler istihdamın yüzde 65’ini oluşturuyor; işsizlik aktif nüfusun yüzde 10’unu geçmekte; seçmenler arasında en az 10 milyon yardıma muhtaç insan var. Yani, birlikte düşündüğümüzde seçmenlerin büyük bölümü burada ve onların da farklı davaları var; fakat  içlerinden çıkan tek bir aday yok! Onlar, hep kendilerini temsilen başkalarını Meclis’e yollamaktalar.

Sözün kısası, demokrasimizin baraj gibi, lider egemenliği, parti disiplini, seçim sistemi gibi sakat yanları çok da, seçmen çoğunluğunun “seçilen” olamama gibi bir sorunu da var. Dolaylı demokrasi zaten dolaylılığı nedeniyle sakatken,  bu ülkede -ve daha birçoğunda- eşit temsili iyice sakatlayan koşullar söz konusu!  Biliyorum; “ortaya çıkan ne kadar demokrasidir” diye sormak yerine, “siyaset dediğin, zaten kendini güvenceye almış kişinin işidir; siyaset, zaten parayla yapılır” gibi hükümler çoktan verilmiş durumda! Yeter ki, amacı-aracı bir yana koyup anlam konuşulmasın!

Her neyse, medyada adaylar ve araçlar arasındaki muhabbet devam ededursun, ben iki üç sözcükle de olsa İstanbul Film Festivali’nden söz edeyim. Bir kere, anlamdı, anlamsızlıktı diye düşünmek, başka dünyalar, hayatlar ve duygular arasında dolaşmak için birebir! Seyrettiğim filmlerden bazıları değip geçiyor; bazılarını bir süre içimde taşıyorum. Aslında birçok filmden söz etmek isterim ama yerim yok. Örneğin dün akşam seyrettiğim, sekiz farklı yönetmenin kısa filminden oluşan “Tanrılarla Konuşmalar” filmi; hele de son film! Anlatmam mümkün değil. Yalnızca, insanın doğayı ve kendinden başka yaşamları katleden hırsının “Tanrıyı bile kendini öldürmek isteyecek kadar yorduğu” bir dünyayı düşünün, isterim.