Eric Hobsbawm, Türkçe’ye “Tuhaf Zamanlar” diye çevrilen kitabında hem bilim insanı hem gözlemci olarak 20. Yüzyılı anlatır. Bunu yaparken, ”insanlık tarihinin en sıradışı ve korkunç yüzyılı” olarak değerlendirdiği 20. Yüzyıla ilişkin bir tarihsel idrak peşinde olduğunu da söyler. Bu idrak, 21. Yüzyılın başında yaşayanlar için de önemlidir; çünkü “dünya kendi haline bırakılırsa daha iyiye” gitmeyecektir!

Ne yazık ki, geçen yüzyıl için olduğu gibi, 21. Yüzyıl açısından da olan bitenler karşısında sorgulayıcı anlayışlar ve güçler yetersiz. Oysa 21. Yüzyılın başında yaşadığımız gelişmelere bakarsak, 21. Yüzyıl için “tuhaf zamanlar” tanımının yetmeyeceği, daha şimdiden çok daha karmaşık, sıradışı ve korkutucu gelişmelerin ortaya çıktığını söylemek gerekiyor.

Savaş ve şiddet; isyan ve protesto; yoksulluk ve güvensizlik hemen her yerde. Üstelik bunlar karşısında, 20. Yüzyılın ikinci yarısında az da olsa iyimserlik yaratan demokrasi, insan hak ve özgürlükleri, hukuk devleti gibi değerler ve kurumlar bugün büyük ölçüde tılsımlarını yitirmiş durumdalar. Öte yandan, ekonomik büyüme ve kalkınma önemini korusa ve tüketim dünyası insanların beklentilerini durmadan arttırarak yoldan çıkmalarına neden olsa da, dünya kaynaklarının buna elvermeyeceği ortada; artan zenginlik ve yoksulluk ikileminde kitlesel kalkışmaların artması kaçınılmaz!

Öte yandan, bir de doyumsuzluğu artan, toplumdan ve gerçeklerden uzaklaşıp sanal aleme gömülen, filmlerden oyunlara şiddete alıştırılan bireyler dünyası var! Bu dünyada, bir yanda başarı ve güç peşinde sistemin aracı haline gelenler artmakta ve her koyun kendi bacağından asılır felsefesi yerleşmektedir; öte yanda ekonomik olmaktan çok kültürel nedenlerle sisteme karşı çıkanlar artarken, etnik ve dini ayrışmaların neden olduğu kindarlık vahşete varan acımasızlığa yol açmaktadır.

Siber alemde seyreden dünya ise, gözünün önünde vahşetin sıradanlaştığını görmektedir. İşte 21. Yüzyıl dünyası!

Eric Hosbawm gibi soralım: küresel ve toplumsal yönetimler, hatta aydın olma iddiasındaki bu gidişin ne kadar idrakinde! Bugüne dek sihirli değnek gibi sundukları araçları ve kurumları işler hale getirmenin mi peşine düşmüşler; yoksa ülkeleri, halkları, farklılıkları kışkırtarak ellerindeki gücü, olanakları kaybetmemenin savaşını mı vermekteler? Bir yandan Ortadoğu’ya bakın, öte yandan Türkiye’de olan biteni düşünün; bir yanda medyayı izleyin, öte yanda kahvelerde konuşulanları! Resim ortada!

Ortadoğu’da insanlar, halklar, inançlar, değerler, kültürler kırılıyor! Bu kadar kıyamdan sonra savaş bitse bile, -ki, kolay bitecek gibi değil- uzun süre ne kendilerine gelmeleri, ne bölgesel ve halklar düzeyinde istikrar ve refahı yakalamaları mümkün. Bizim gibi mülteci kabul eden ülkelerin bu insanların ne kadarına güvence sağladıkları tartışıla dursun; bundan kaçış olmadığını da görmek lazım. Arkası gelecek ve her ülke, her toplum bu savaşların diyetini ödeyecek!

Bu koşullarda hiçbir ülke için iyimser olmak mümkün değil. Türkiye içinse, iyimserliği ortadan kaldıran koşullar daha da fazla. Bölgeden gelen tehlikeler artarken, bir de siyasal-toplumsal yapıya “karşı darbe” niteliğini taşıyan gelişmeler yaşanmakta. Aksak-eksik demokrasi iyice raydan çıkar, parlamentodan hukuka birçok tecavüz yaşar, güvensizlik ve karmaşa artarken, karşılıklı kaygı ve korkular nedeniyle toplumsal kutuplaşmanın da büyüdüğü görülmektedir.

Ve yine, demokrasinin, hak ve özgürlüklerin, hukukun iyileştirilmesi yerine, kutuplaşmayı ve kaygıları arttıran bir yol izleyenlere sormak lazım: “Hangi idrak; hangi basiret!” Başkanlık sistemi, tek adam yönetimi, anayasal ilkeler ve yetkilere tecavüz gibi konuları konuşmaktan biz yorulduk; onlar daha nasıl altını üstünü oyarız düşünmekteler! Yalnız “başkanlık sistemi” diye takdim edilen tek adam yönetimi nedeniyle değil; Balyoz davalarından yolsuzluk olaylarına, hükümetin konumundan Danıştay denetimine, torba yasalardan ihalelere kadar hukukun çökertilmesi nedeniyle de öyle büyük bir tehlike karşısındayız ki, korkmamak mümkün değil.

Bu nedenle, savcının öldürülmesi olayını, emniyete yapılan saldırıyı kınayalım da, bu eylemlerin şu veya bu guruba bağlanmasının ötesinde, toplumda büyüyen hukuka güvensizlik ile demokratik kurumların araçsallaştırılmasını da unutmayalım demek isterim.