Okuduğum yıllarda, İstanbul Hukuk Fakültesi’nde öyle vize-mize yok; yıl sonunda, önce yazılı sınav yapılır, geçer not alındıktan sonra sözlü sınava girilirdi. Sözlüde başarısız olunduğunda, yazılı sınav da yanardı; yani sil baştan... Şimdi, gel de, bugünle kıyaslama... Bir yanda, kişide, eskilerin “muhakeme” dedikleri “düşünme-yargılama” yetilerini körleştiren çoktan seçmeli test sınavları, öte yanda, kişinin, ilgi ve öğrenme düzeyini anlamaya uygun, terminoloji kullanımından konunun bütününe ilişkin bilgiye kadar birçok şeyi görebilme fırsatı veren sözlü sınavlar...

Bu kadar öğrenci kalabalığı ile uygulamak mümkün değil denilecek ama bu geçerliliği kanıtlanmış yöntemlerden vazgeçerek nerelere geldiğimiz de ortada! Öte yandan, uygulanabilselerdi, bugün ortalığı kaplayan diplomalı cahillerin en azından bir kısmından kurtulabilirdik de diyemiyorum. Üniversiteye giriş, KPSS veya TUS sınavlarında çevrilen numaraları hatırlarsak, sözlü sınavlar için de, kim bilir, ne numaralar icat ederlerdi!

Her neyse, sözü, Anayasa hukuku dersindeki sözlü sınava getireceğim. Üç kişilik jüride başkan o zamanlar doçent olan Orhan Aldıkaçtı. Sorduğu soru ise şu: “1961 Anayasa’sında cumhurbaşkanı olabilmek için yükseköğrenim şartı getirilmiş, ne diyorsunuz?”

Soruyu ve verdiğim yanıtı hiç unutmadım. O gün verdiğim yanıt, yükseköğrenim şartını olumlu bulma yönündeydi. Büyük sorumluluk gerektiren böyle bir makamın bilgi, donanım ve geniş bir bakış açısı gerektirdiği, yükseköğrenimin bunları edinmek açısından bazı fırsatlar sunduğu gibi şeyler söylediğimi hatırlıyorum. Aldıkaçtı, yanıtlarımla pek ikna olmuyordu; örneğin “bilgi ve donanım edinme yolunun niye yükseköğrenim olması gerektiği” gibi sorularla beni epeyce sıkıştırdığını hatırlıyorum.

Geldik bugüne... Bugün, sınavlar bir yana, üniversitelerin hali var ki, söyletmeyin beni dedirtiyor! Bir de, bırakınız fakülte diplomasını, doktor, profesör olup da, -cahilliğe güzelleme döşenenler, kulluğa soyunanlar, yolsuzluğa fetva verenler ve daha niceleri gibi- öyle akıl-izan dışı davranışlarda bulunanlarla sarılmış durumdayız ki, “bütün diplomaları yakın” diyeceği geliyor insanın.

Diplomaların hükmü kalmıyor ama günlerdir Cumhurbaşkanı’nın yüksek öğrenim diploması dert oluyor bu ülkeye. En tuhafı da, bir türlü bulunup ortaya konulamaması!

Üniversite Öğretim Elemanları Derneği’nin (ÜNİVDER) yaptığı açıklama, işte, içine düşürüldüğümüz bu saçmalığın boyutunu ortaya koymakta ki, önemli. İlk olarak Erdoğan’ın üniversite ve diploma hikâyesinin geçmişten bugüne serencamı özetlenirken, mezun olduğu tarihi dikkate alarak, okulun Marmara Üniversitesi değil, Aksaray İktisadi ve Ticari İlimler Yüksek Okulu olduğu konusuna açıklık getirilmekte. İkinci olarak ve bence çok daha önemli olan ise, bulunamayan bu diplomanın aslının öncelikle bireyde, bu durumda Cumhurbaşkanı’nda, sonra da askerlikten başlayarak işe girdiği tüm kurumlarda ve 2002’den itibaren de milletvekilliği, başbakanlığı nedeniyle Yüksek Seçim Kurulu’nda birer örneğinin bulunması gerektiği yolundaki hatırlatmadır. Yani, her birimiz için geçerli olduğu gibi, Erdoğan’ın da girdiği işler, yaptığı görevler nedeniyle birçok yerde bulunması gereken bir diplomadan söz ediliyor! Diploma orada, burada, her yerde; saklambaç oyunu neden!

Sonuç olarak, mezun olduğu kurumun üniversite değil yüksekokul olması beni ilgilendirmiyor. Ancak, mezun olunan okulun yüksekokuldan üniversiteye terfi ettirilmesi ve de saklanması var ki, bugün sürekli karşımıza çıkan “yasa tanımazlığın ya da yasaya karşı hilenin” ilk örneklerinden biri olarak hafife alınacak bir yanı olmadığı ortada.

Demokrasi Cephesi çağrısı!

Gerçi, “hafife almayıp dert etsek ne olacak” diyenleriniz; ya da “dert edecek o kadar çok şey var ki bu memlekette” diye söylenenleriniz olacağını tahmin ediyorum. Haklısınız diyeceğim.

Haklısınız; çünkü dertlileri bir araya getirecek bir “harcın” bulunup toplumsal bir muhalefetin ortaya konulamaması gibi bir derdimiz de var ki, iyi kötü bir demokrasi geçmişi bulunan bu ülkede başka bir “tuhaflık” olsa gerek! Birkaç gündür, demokrasi için güç birlikteliğinin gereğinden söz ediliyor medyada. Rıza Türmen başlattı; Tarhan Erdem devam etti; Ahmet Altan bir şeyler ekledi. Kimileri heveslendi ise de, Tarık Ziya Ekinci niçin gerçekleşemeyeceğini yazarak oldukça “buzlattı” havayı.

Gerçi ben de ve oldukça sıklıkla demokratik bir cephe ve mücadelenin gerekli olduğundan söz ediyorum ama bunun gerçekleşmesi için, en başta, Kürtlerin mücadelesinin demokratik siyasete çekilmesi gerektiği görüşündeyim. Bir çıkış için, demokratik güçler ve Kürtler bir araya gelmek ve olmazsa olmazlar konusunda anlaşmak durumunda.

Oysa, ana muhalefet partisi bunu göremiyor; toplum artan terörle kıyamete kadar savaşa hazırlanmakta; Kürtlerin, “iç savaş” kaygısını dile getirseler de, demokratik mücadele fırsatını teptikleri ortada; liberallerin, sırf “cumhuriyete” düşman diye otoriterliği de, dinciliği de belli birilerini başımıza sardıkları bilinmekte!

Yani, hayır umulacak taraf pek yok! Barış ve demokrasinin birbirinden ayrılamayacağı ya da siyasal İslam’la demokrasinin uzlaşamayacağı konusunda nasıl anlaşacakları ise ayrı bir konu!