Başka rüyalarımız da oldu, mesela Cem Yılmaz’ın Her şey Çok Güzel Olacak ya da Hokkabaz yıllarına dönebileceğini, Recep İvedik’in iş yapmadığı bir dünyada yaşadığımızı, bilet gişelerinin önündeki uzun kuyrukların 7. Koğuşta Mucize’ye değil de Kıvanç Sezer’in Küçük Şeyler’ine, Görülmüştür ya da Kız Kardeşler’e ait olduğunu falan da gördük ama çabuk uyandık.

Tuhaf rüyalar görme yılı

Murat Tırpan

Geçtiğimiz günlerde devletin 2019’un tüm filmlerini iptal ettiği bir rüya gördüm. Bunu nasıl yapıyorlardı, filmlerin iptal edilmesi ne anlama geliyordu pek hatırlamıyorum ama olmuştu ve -ben dâhil- eleştirmenler ne yapacaklarını bilemez haldeydiler. Muhtemelen, yaşanan tüm tartışmaları düşünürsek 2019’u yerli sinemada “rüya gibi bir yıldan” ziyade kara-komik bir dönem olarak gördüğüm için bu rüya musallat olmuştu bana. Dolayısıyla lafı yazar Botz-Bornstein’dan ödünç alarak tanımlarsam, rüyam ve bu yılki filmlerin “bünyevi bir benzerlikleri” vardı.

Tuhaf rüyalar gördük bu yıl seyirciler olarak. Örneğin Ali Özel’in Bozkır filmi Demirkubuz’un deyişiyle aşkın bir film olarak görüldü, biraz daha sürse hayatın anlamını bulacağımız bir filmdi. Altın Portakal’daki bütün ödüller de neredeyse ona gitti. Aslında Demirkubuz’unki bir yandan ticari şablonların sürekli tekrarlandığı, diğer yandan garantili sanat filmlerinin aynı çevredeki insanlar tarafından üretilip önümüze sürüldüğü bir sinema ortamında bunlardan çok farklı bir filme kavuşma rüyasının ta kendisidir. Hani bastırdığımız büyük beklentilerimiz rüyalarda dışa vurulur ya, filmi izleyenlerin çoğu en iyi tabirle ortalama bulduğuna göre, böyle bir arzunun dışa vurulmasıdır. Bu Demirkubuz’un rüyasıdır ama rüya görücü değil, “rüya kurucu”dur buradaki rolü, bizler için böyle bir rüya kurmaya çalışmıştır.

Sonra mısırların içinde boğulduğumuz bir kâbus gördük mesela. Büyük yapımcılarla Cinemaximum ellerinde mısır patlatma aletleriyle miktarını bilmediğimiz bir parayı birbirlerine vermemek için savaşırken biz sinemaseverler bu mısır denizi içerisinde boğuluyorduk. Ya bağımsız filmler, salonlar diye cılız sesimizle bağırmaya çalışıyorduk ki takım elbise giymiş birilerinin dürtmesiyle uyandık! Korkma diyordu bu adamlar bize, korkma yeni bir yasa yapacağız ve her şey çok güzel olacak…

Bu yasa 2019’da yapıldı ve yürürlüğe girdi, ama biz izleyicilerin ve bağımsız sinemacıların hayatında pek de bir şey değiştiğini söyleyemeyiz. Pratikte en çok reklam sürelerinin kısalması gibi bir kazanımımız oldu. Keşke bu yasa Türkiye’deki festivalleri de belli standartlara uymak zorunda bırakacak düzenlemeler içerseydi. Çünkü öyle bir rüyamız da vardı. Tüm festivallerimizin filmleri izleyiciye ve jürilere lambası tükenmemiş projeksiyon makineleri ile gösterecek olanaklara sahip olduğu; jürilerin ve ödüllerin hakkaniyetli olup, organizasyonun layıkıyla yapıldığı bir ütopyamız da vardı. Hatta bunun için eski tabirle istihareye yatmıştık, rüyalarımızda gerçek olsun istemiştik en azından. Ama bu yıl yaşananlar bize tam aksini gösterdi, özellikle sayısı hızla çoğalan kısa film festivallerimizde durum vahimdi.

Sonra bir film gördük rüyamızda neyin neye ait olduğunu bilmediğimiz. Filmler ve rüyalar aynı çağın çocuklarıdırlar bilirsiniz, Freud 1900 yılında Rüyaların Yorumu’nu yayımlayarak onlar üzerinde düşünmemizi sağladığında sinema sanatı daha yeni doğmuştu. Sonraları, Tarkovski, Bergman, Wong Kar Wai, Sokurov, Lynch gibi yönetmenler sayesinde anladık rüyaların film, filmlerinse rüyalara fena halde benzeyebileceğini. Bu filmde de rüyamsı bir şeyler vardı işte. Filmlerin içerikleri bir yana sahip oldukları “rüya gibilik” duygusunun peşinde koşmak gerekir aslında, sinemayla olan temel bağlantı da bu noktadadır. Bu duygu rüyaların estetik olan yanıdır ve geleneksel psikoloji Freud’un da belirttiği gibi rüyaların bu yanıyla ilgilenmek konusunda genellikle gönülsüzdür. Bu filme biz de gönülsüz davrandık, belki çoğumuz bu rasyonel görünmeyen, tuhaf mantığı nedeniyle pek anlamadık, eleştirmenlerimiz de pek “rüya tabircisi” olamadıkları için şaşırmaktan ileri gidemedik. Burak Çevik’in Aidiyet’ini Film Comment dergisi gibi başkaları önemli listelere alsa da biz bu yüzden gördüğümüz tuhaf rüyalar gibi bir kenara bıraktık.

Bir de milletçe bir Oscar rüyamız vardır, bir gün bir filmimizin Oscar’a aday olabileceği hayalini hep kurmuşuzdur. Hatta Ayla ve Müslüm’ün, bu yıl da Naim’in hayatını allayıp pullayan yapımcısı gördüğü rüyaya o kadar inanmıştı ki akademiye dava açacağını bile söylemişti! Ama hiç gerçek olmadı bu rüya, en güvendiğimiz Nuri Bilge bile bunu başaramadı. Bu yıl ise Semih Kaplanoğlu’nun muhafazakâr Türkiye rüyasının son halkası Bağlılık-Aslı apar topar gönderildi Oscar’a. Rüyamız çabuk bitti, ama olsundu, Haluk Bilginer’in kazandığı uluslararası Emmy ile teselli bulduk.

Bu yıl en çok konuştuğumuz şeylerden biri de Netflix’ti. Bu ve buna benzer dijital platformları tanımlamak için en iyi sözcüklerden biri yine Freud’a aittir: tekinsiz. Tekinsiz rüyalar düşünürün yorumuna göre “düpedüz korkutucu olanın tersine bildik şeylerin alanında beliren korkutucu bir koşulu gösterir.” Hem eve ait hem de yabancı olan. Hem kaliteli içeriği izleyebileceğimiz bir alan hem de bizi gereksiz içeriğe boğan bir girdap. Hem Roma’nın, Irıshman’in, Marriage Story’nin hem de Mascots, War Machine, Step Sisters gibi gereksiz, zaman çalan, sınırsız içeriklerin coğrafyası. Bir rüyadan uyandığınızda iyi mi kötü karar veremediğiniz, tuhaf hissettiğiniz zamanlar olur ya, aynen öyle işte Netflix ile ilişkimiz.

Başka rüyalarımız da oldu, mesela Cem Yılmaz’ın Her şey Çok Güzel Olacak ya da Hokkabaz yıllarına dönebileceğini, Kraliçe Lear üzerinden bir filmin politik olarak doğrucu olunca ister istemez iyi olabileceğini -ah keşke-, Ali Atay ve ekibinden ikinci bir Ölümlü Dünya çıkabileceğini ve bizi ağlatana kadar güldürecek kaliteli bir komedimizin daha olacağını, Recep İvedik’in iş yapmadığı bir dünyada yaşadığımızı, bilet gişelerinin önündeki uzun kuyrukların 7. Koğuşta Mucize’ye değil de Kıvanç Sezer’in Küçük Şeyler’ine, Görülmüştür ya da Kız Kardeşler’e ait olduğunu falan da gördük ama çabuk uyandık.

cukurda-defineci-avi-540867-1.