Tüketimi örgütlemenin çok da önemli olmadığı yönünde bir kanaat var. Bu kanaati daha önceki yazılarımda değindiğim bazı vakalara da değinerek ele almaya çalışacağım. Öncelikle, çiftçinin zarar ettiği, tarımın bitme noktasına geldiği, taklit ve tağşiş listelerinin sayfaları doldurduğu, ıspanağa zehirli otların karıştığı, şarbonlu etlerin reyonlara girdiği, soğanın adetle alındığı, indirim reyonlarının kovalandığı bir gerçeklik içinde tüketim temelinde bir araya gelmenin yalnızca önemli değil, oldukça da acil olduğunu söylemek gerekir. Aksi takdirde bu vakalar artarak devam edecek, bizler de izleyeceğiz.

Tüketimi örgütlemenin önemli olmadığı yönündeki kanaatin temel kaygısı -en azından benim karşılaştığım itirazların argümanı- tüketimin pasif bir pozisyonlanmaya işaret ettiği ve ticarette temellenmesi nedeniyle de dönüştürücü olamayacağı düşüncesine dayanıyor. Bu kaygıyı anlamakla beraber bana öyle geliyor ki tüketimi örgütlemek tam da bu pasif pozisyondan kurtulmayı sağladığını düşünüyorum.

Bu türde itirazları aslında daha çok tüketim kooperatifi modeli için duyuyorum. Neden tüketim, neden üretim değil sorusunu genelde tüketimin ticari bir faaliyet olduğu ve bu nedenle de bir alternatif oluştur(a)mayacağı kanısı takip ediyor. Tabi bu biraz da kooperatifçiliğin bir tür gönüllü aktivite gibi görülmesiyle de ilgili olabilir. Aslında tüketim kooperatifleri özelinde çalışmalar ağırlıklı olarak gönüllü emekle yürüyor ve kar amacı güdülmüyor ancak bunun sürdürülebilirliği önemli bir problem oluşturuyor ve bu ortada bir ticaret olmadığı anlamına gelmiyor.

Bilindiği üzere tüketim kooperatiflerinin çoğu kentlerde görülüyor. Kent yaşantısı içerisinde bir hayat kurmuş olan insanlar, buradan bir itirazı örgütlemeye girişiyorlar. Kentte herkesin işi, meşgalesi var. Kooperatifler de, kentlerde yaşayanların gıda sistemine müdahil olabileceği ve sistemin mevcut işleyişini dönüştürebileceği bir seçenek oluşturuyorlar. Bu nedenle de yaygınlaşması nispeten daha kolay olabiliyor. Hayatlar devam ederken bir yandan da üretici ile dayanışmaya dayalı bir tüketim modeli inşaya çabalamayı ve bunu da belirli ilkeler temelinde yapmayı anlamlı ve önemli buluyorum. Böylece sisteme karşı bir güç oluşturmak da mümkün olabiliyor.

Bir diğer önemli nokta da tüketimi örgütlemeye temel teşkil eden ilkelerle ilgili. Bunların en önemlisini de karşılıklılık ilkesi oluşturuyor. Tüketim temelinde karşılıklılık ilkesi üretim ile ilişkinin nasıl kurulacağını ifade ediyor diyebiliriz. En genel anlamıyla bu ilişkinin demokratik ve katılıma açık bir zeminde kurulmasını savunuyor. Yani bildiğimiz anlamda bir ticari faaliyetin dışına çıkmak anlamını taşıyor.

Bu sürece, hangi tohumun kullanılacağı, gübre tercihleri, emeğin karşılığı, toprağın kullanımı, aracı, nakliye, ambalajlama gibi tüm aşamalar dahil. Mesela tüketimi örgütlerken ekolojik üretimi desteklemek önemseniyor çünkü endüstriyel üretim hem insanın hem de doğanın sömürüsüne dayanıyor ve maliyeti nesillere kesiliyor. Üstelik ihtiyaç temelinde de planlanmıyor.

Ekolojik üretim nasıl ne kadar üretileceğinin üreticiyle birlikte kararlaştırılması ve toprağın sağlığının korunmasını, soframıza da nitelikli gıdanın gelmesi anlamlarını da taşıyor.

Karşılıklılık, sürece dair her türlü kararı üretici ve tüketiciler arası müzakereye dayalı bir iletişim ile almayı, birbirini gözetme anlamında dayanışmayı ve ilişkiyi piyasa dışı bir şekilde yeniden kurmayı dert ediyor. Bu da aslında, gıda tüketim kooperatifleri üzerinden düşünecek olursak, tohumdan sofraya bir süreci birlikte örmek anlamına geliyor. Böylece de üretim ve tüketim, kır ve kent gibi varsayılan mesafelerin aşılması amaçlanıyor.

Yani bu anlamda tüketimi örgütlemek, üretim modelini de dönüştürmek anlamına geldiği için önemli ve acil bir yerde duruyor diye düşünüyorum.