Geçtiğimiz günlerde şu veri ile karşılaştım: Dünyanın en büyük 13 mandıra şirketinin neden olduğu sera gazı emisyonu, dünyanın en büyük altıncı ekonomisi olan Birleşik Krallık’ın emisyon miktarına eşit. Ne büyük bir felaket. Elimizde bu veri varken yine dönüp şirket hayvancılığını sürdürmek bile bile dünyayı yok oluşa sürüklemek değilse nedir, nasıl açıklanabilir bilemiyorum doğrusu.

Şirketlerin benimsediği endüstriyel hayvancılığın zararları saymakla bitmiyor: Biyoçeşitliliği, ekosistemi var eden dengeyi bozuyor, doğayı tek tipleştiriyor. Bunu hem verimli arazilere zarar vererek hem de hayvanları buralardan kopararak yapıyor. Bu yönüyle tamamiyle hayvan işkencesine dayalı bir üretim modeli anlamına geliyor.

Güneş ışığı görmeyen, suni yemlerle beslenen, hareket edemeyen fabrikasyon hayvanlar üretiyor. Pandemiye sebep olan koşullar bunlar değil miydi? Acilen terk edilmesi gerekiyor. Çiftçiliğe olan etkileri ise cabası. Şirket hayvancılığının terk edilmesini sadece temenni etmek yeterli olmuyor tabi. Bu nedenle kendimi, kooperatif deneyiminden de hareketle, yine tüketimin kültürel ve ekonomik örgütlenmesi üzerine sorular sorarken buluyorum. Değişimde bize düşen payı biraz da buradan tarif etmeyi önemsiyorum. Geçtiğimiz haftalarda Oğuz Oyan BirGün’deki ‘Neoliberalizmin Gerçekten Sonu Geldi Mi?’ başlıklı yazısında bu soruya şu şekilde değiniyordu:

“Toplumların/insanların tüketim alışkanlıklarının yeni bir kalıba dökülmesini sağlamadan, zaten çevresel bir krizin içinden geçilmekte olunduğunu ve bugünkü pandemik krizin de bunun bir parçası olduğunu kavramadan, ufuktaki devasa çevresel/iklimsel krizi hafif atlatmanın olanağı yoktur.” Mesele tam da bu. Bireysel tüketimin çevresel krizi perçinleyecek şekilde ve adaletsiz biçimde örgütlenmesinden yine sistemin kâr etmeye, büyümeye dayalı işleyişi sorumlu. Geçtiğimiz haftalarda doğadaki iyileşme varsayımından söz ederken, bunun tek başına insanların eve çekilmesiyle gerçekleşebilecek ve bu doğrultuda bireysel katkılar çerçevesinde ele alınabilecek bir ölçeği aştığını tespit etmiştik. Bu minvalde deneyimlediğimiz krizin bir sistem sorunu olarak tarif edilip iyileşmenin de buradan sorgulanması gerektiğini de... Bu durum tüketimin, sermayenin adaletsiz, metalaştırıcı, çevresel açıdan sürdürülemez talan düzenine hizalanmasına karşı çıkan başka bir tüketim kültürü üretmenin önemine işaret ediyor. Öyleyse başka bir tüketim kültürü ve ekonomisini tahayyül ederken, doğanın artan ve doyumsuz biçimde tüketimi ile toplumsal yaşantının buna uygun biçimde üretimini birbirine bağlı şeyler olarak düşünebiliriz. Böyle düşündüğümüzde ise tüketim, indirgenmeye çalışıldığının aksine iki marka arasındaki bir tercihten daha fazlasını kapsamaya başlar.

Mesela yeniden üretimin tüm dinamiklerini ilgilendiren bir unsur haline gelir. Bu da kentsel yaşantının ve kamusal hizmetlerin organizasyonundan, endüstriyel tarıma kadar geniş bir alana işaret eder. Böylece tüketim, yaşamlarımızın düzenlenişi ve de geleceğine dair anti-kapitalist bir talep ve bir kamusal alan mücadelesine dönüşür. Bir bütün olarak kâr amacıyla güdülenen tüketim ideolojisi -reklam harcamaları, talep manipülasyonları, medya yönlendirmeleri gibi bir çok yöntemle derinleştiriliyor. Pandemi bu yaklaşımın bugün ve gelecek açısından yıkıcı sonuçlarının olacağını açığa çıkarttı. Tüm bunlar kapitalizmin tüketim ideolojisini mercek altına almakta sonsuz yarar olduğunu gösteriyor.