Daha önceleri de yolunuz, yolların çatallandığı yol ağızlarına düşmüş olabilir; yine yol ağzındayız. Daha önceleri de defalarca hangi yolu seçeceğinize karar vermek zorunda kalmış olabilirsiniz; yine kaldık. Her seçim bir kriz ânı. Her seçimde, diğer seçenek elendiği için pişmanlıklar vardır. Merak etmeyin, şimdi her iki yol da hücreye çıkıyor. Yapmanız gereken, hücrelerden hücre beğenmek. Hücrelerden biri, canlının yapısal ve işlevsel özellikler gösteren en küçük birimi. Eşeysiz ya da eşeyli olarak çoğalıyor ve çoğaldıkça yeryüzünde çiçekler açıyor; martılar sevinçli çığlıklarıyla neşeli resimler çiziyorlar havada; balıkların suya yazdıkları yazılar dalgalara karıştıkça tüm bedenlere yaşam sevinci bulaşıyor. Diğeri, tecrit hücresi; bedenleri cezalandırmak için icat edildi ve tecrit hücreleri, kederli bedenler üretmeye yarıyor. Neşe gibi keder de bulaşıcıdır. Tecrit hücreleri çoğaldıkça keder de çoğalır. Tersi de doğru. Tercihimizi, duygular arasında yapacağız. Çok tuhaf bir seçim; diyelim ki sevinci, canlılığa giden yolu seçtiniz, ama yasalar gereği yine kendinizi kederi çoğaltan tecrit hücresinde bulacaksınız. ‘“Off bu çok kötü işte!” diye haykırdı Alice. “Böyle yol kesen bir ev daha görmedim! Hiç!”’ (Lewis Carroll, Aynanın İçinden, Can). Tüm yollar tecrit hücresine çıkıyor.

Her iki hücre de 17’nci yüzyılda yürürlüğe girdi. Robert Hooke, kendi yaptığı mikroskopta şişe mantarını incelerken canlı hücresini keşfetti. Aynı yüzyıl, hücre cezası da bir sistem olarak kurumlaştı. Amsterdam Cezaevi, Roma’daki Saint-Michel Hapishanesi ve daha sonra da başka cezaevlerinde uygulanmaya başlanan hücre sisteminde suçlu bir hücreye yerleştirilir ve diğer mahkûmlarla temasına izin verilmezdi. Gün içerisinde sınırlı bir süreyle hücreden çıkartılan mahkûm, avluda ya da koridorda gezinirken karşılaştığı kimseler tarafından tanınmaması için göz yerleri delikli kukuleta taşımak zorundaydı. Sonrası malum. Tecrit, hücre duvarlarını aştı ve giderek tüm topluma bulaştı. Geldiğimiz nokta, bedenleri tecrit hücresine yerleştirmek yerine, bedenlerin birer tecrit hücresine dönüştürülmesidir. İktidar 19’ncu yüzyıldan beri nüfusu biçimlendirmek için norm denilen aleti kullanıyor. Daha önceleri norm, marangozların ahşaba biçim verirken kullandıkları bir alet iken, artık biyo-iktidarın elinde nüfusu biçimlendirmeye yarıyor. Ve viral salgınla birlikte gündeme gelen yeni normal, tecridin hücrede değil, bedenlerde yoğunlaştırılmasıdır. İktidarın zor kullanmasına gerek yok; bedenler kendi rızaları ile tecrit hücrelerine kapanıyor. Biyo-iktidar bir salgın gibi; yaşamı seçseniz bile, yolunuz yine tecrit hücresinde sonlanıyor.

Seçeneklerden hangisini seçerseniz seçin, kendinizi hep tecrit hücresinde buluyorsanız, yürüdüğünüz yolda bir sorun olmalı. En iyisi yolu değiştirmek. Yoldan çıkarsak ne olur? Yoldan çıktığınız için sapkınlıkla suçlanırsınız. “Yargı, her yeni varoluş tarzının gelişini engeller” (Deleuze). Göze almak gerekiyor. Eskiden her şey çok kolaydı; zaman denilen çizgisel bir yol vardı ve bu yolda ısrarla yürümeye devam ederseniz, zaman sizi kurtaracaktı. Zamanın bizi kurtaracağı yok. Beckett “Godot’yu Beklerken”de ısrarla söyledi; anlamadık ya da anlamak istemedik. Hâlâ çizgisel hikâyelere tutunmak ve kurtarıcıyı beklemek gibi eski bir alışkanlığımız var. John Berger, artık “zaman içerisinde sıralı bir şekilde giden düz bir hikâye anlatmak neredeyse imkânsızdır” diyor (Aktaran Soja, Postmodern Coğrafyalar, Sel). Anlatabilirsiniz, ama hikâyeniz mutlaka tecrit hücresinde geçiyor olacak. Hücrelerinde sevinci gizleyen bedenlerimiz, şimdi bekleme odalarının tecrit koşullarında keder üretiyor.

Bulunduğumuz yerden başlamalı; tecrit hücresi olarak bedenlerimizden. Çünkü “kehanet, artık tarihten çok coğrafyaya dayalı bir tahmin gerektirir; bizden önemli sonuçları gizleyen artık zamandan çok mekândır” (Berger). Mekân, bedenlerimizdir. Ve bedenler, canlılığın en küçük birimi olan hücrelerinde yeryüzünün kudretini gizliyor. İçimde kabaran her sevinçli duygulanımda öteki bedenlere dokunasım geliyor, ama aramıza yeni normalin kolluk kuvvetleri giriyor. Askıda olan ekmek değil, eyleme kudretimizdir.