Bizi öldürecekse, iyimserlik öldürecek; tünelin ucunda ışık görenlerin iyimserliği. Gördükleri, yaklaşmakta olan, üzerimizden silindir gibi geçecek trenin ışığı olmasın sakın? Karanlık bir ortamdayız, ama tünel olduğunu hiç sanmıyorum. Tünel metaforu, doğrusal düşünmenin bir ürünü; zamanı çizgisel olarak düşündüğümüz gibi, mekânı da doğrusal bir tünel olarak tahayyül ediyoruz. Ve inanışa göre ışık, mutlaka tünelin ucunda, yani gelecekte belirecek. Tünel yolculuğu şamanların, trans hâle geçenlerin öznel, psikolojik bir deneyimi olabilir. Ama bizim yaşadığımız zifiri karanlık, herkesin gömüldüğü, zamansal ve mekânsal olarak her yöne yayılarak yaşamı örten gerçek bir karanlık. Karanlık şimdiyi kapladıkça, gelecek de karanlığın içinde birikiyor. Karanlığın içinde birikenler bizleriz; hem geçmiş hem de geleceğiz. Işığa aldanmayın! Gördüğümüz tek ışık, sahnenin ışığı. Gölgeden çıkıp, sahneledikleri oyunu bozduğumuzda gelecek de gelmiş olacak, ama şimdilik henüz biçimlenmemiş kuvvetler alanında, karanlıktayız.

Sahneyi aydınlatan ışık dışında tüm ışıklar söndürüldü ve karanlığa gömüldük. Sahnede sergileyecekleri oyunu seyretmek için koltuklarınıza yaslanın. Seyredeceğimiz bizim hikayemiz, kaderimiz gözler önüne serilecek. France Farago sinema ya da tiyatroyu, “içerdiği sorunsal açısından kendi kaderlerini gözler önüne serip birlikte tartışmak üzere insanları bir araya toplamaya dayanan” sanat olarak tanımlıyor (Sanat, Doğu Batı Yayınları). Sahnedeki oyuncular, temsilcilerimiz; biz seçtik. Sergilenen oyunu izlerken içiniz sızlayacak ama adı üzerinde, temsili demokrasi. Seyretmekten başka elimizden bir şey gelmiyor. Öyle sözleştik; biz temsilcilerimizi seçecek ve temsilcilerimiz de bizim yerimize ve adımıza oynayacaklar. İrademizi temsilcilere devretmiştik.

Zamanlar değişiyor, ama konumumuz hiç değişmedi; koltuklar rahat. Birazdan oyun başlayacak ve bizler karanlıkta, rahat koltuklarımızda, oyuncuların sergilediği oyunu içimiz burkula burkula seyredeceğiz. İzleyeceğiniz sizin hayatınız. Uyarmamız gerekiyor: İzleyeceğiniz oyun, şiddet/korku, öldürme, yaralama, tecavüz, işkence, savaş sahneleri, parçalanan bedenler içerebilir. Keyifli seyirler! Birazdan kadınlar katledilecek, çocuklara yurtlarda tecavüz edilecek, çoluk çocuk demeden insanlar savaşlarda öldürülecek ya da yerinden yurdundan edilecek. Merak etmeyin, tüm izleyecekleriniz sahnede gerçekleşecek, siz karanlıktasınız, güvende. Ve olayların sizin başınıza gelmediği için kötücül sevinçler duyacaksınız. Ama o da ne! Sahnedeki, yan koltukta oturan komşumuz değil mi?

Yanınızdaki koltukta oturan komşunuz sahneye çıkabilir, siz de çıkabilirsiniz. Şaşırmıyoruz artık. Çünkü sahne ile seyirci bölümü arasında görünmez duvarlar var. Ve dip dibe oturduğunuz, ama kim olduğunu bilmediğiniz komşunuzu ancak sahnenin ışıkları altında tanıma fırsatı bulacaksınız. Komşunuz ya bir cinayete kurban gitmiş, ya yoksulluktan intihar etmiş, veya savaşta öldürülmüş, yahut en iyi ihtimalle şiddete maruz kalmış olabilir. Ve ancak o zaman komşunuzun hayatını, sahne denilen medyadan öğreneceksiniz. Size de çıkabilir ve o zaman komşunuz sizin kim olduğunuzu öğrenecek. Ama biz hâlâ karanlıktayız, seyirci bölümünde. İ.Ö. 1. yüzyılda yaşamış Romalı ozan Horatius uyarmıştı: “Tua res agitur paries cum proximus ardet” (Komşunuzda yangın varsa bu sizi de ilgilendirir). Hiçbirimiz güvende değiliz.

Sahnedeki temsilcilerimizin bir adım öne çıkmasını ve oyunu bir kenara bırakıp doğrudan bize seslenmelerini ve yaşananları bizimle tartışmalarını bekliyoruz. ‘Parabasis’ denilen bu durum antik dönemde Yunan komedyalarında oluyordu. Artık temsilcilerimiz bizi temsil etmiyor. Sanatta olduğu gibi toplumda da temsil krizi yaşanıyor. Siz biriciksiniz, kendinizi ancak kendiniz temsil edebilirsiniz. Sahnenin ışığı yerine, karanlığa çevirin yüzünüzü. Çağdaş olan, “kendi zamanından gelen karanlık huzmesini tüm yüzünde algılayan kişidir” (Agamben, Çıplaklıklar, Alef). Karanlık, henüz var olmayan gizil kuvvetler içeriyor. Hiçlikten varlık alanına geçtiğimizde mevcut şeylerin seyri değişecek. Halk henüz mevcut değil. “Sanat, henüz eksik bir halkı bekleyen, çağıran şeydir” (Paul Klee).