Madencilik sektörünün dönüşümünün kent ve çalışan sınıflar üzerindeki etkisi üzerine yürüttüğümüz bir araştırma nedeniyle geçen

Madencilik sektörünün dönüşümünün kent ve çalışan sınıflar üzerindeki etkisi üzerine yürüttüğümüz bir araştırma nedeniyle geçen haftayı Zonguldak kentinde geçirdik. Büyük bölümünü yeraltında çalışan işçilerle yaptığımız mülakatlar toplumsal yaşamın farklı alanlarında önemli sorunlara dikkat çekiyor.
Bizimle görüşmek için ocaktan “kömüre sıvanmış” biçimde gelen on beş yıllık maden işçisiyle yaptığımız görüşmenin bir bölümünü aktarmak istiyorum. Maden işçisi ailesinden söz ederken, beş çocuğum var dedikten sonra, suratımdaki “orta sınıf şaşkınlığı” görmüş olmalı ki, eklemek    zorunda hissediyor; “biraz abartmışız değil mi”?
Tek çocukla baş etmek konusunda maddi ve manevi zorluklar yaşayan bir orta sınıf akademisyen olarak kafamda beş sayısının belli bir soru işareti yaratması anlaşılabilir. Ancak ben tam o sırada başbakanın üç çocuk takıntısını düşünüyordum. Başbakan’ın üç çocuk talebini beş ay önce gündeme getirdiğini düşününce, her aya bir çocuk düştüğünü görüp, rahatladım. Maden emekçisi Başbakan’ın etkisinde kalmamıştı!
Beş çocuk sahibi olmanın, Başbakan’la değil, ataerkil düzenle ilgili olduğunu mülakat yaptığımız işçisinin sözleri açıkça ortaya koydu; “erkeği dördüncüde bulduk, beşinci kazaydı”. Ancak ardından gelen bir başka açıklama konuyu çok başka bir zemine taşıdı; “çocuklardan birini yatılı kuran kursuna verdik. Bize pek masrafı olmuyor. Bu yıl bir tanesini daha aynı kursa vereceğiz”.
Yani, karşı karşıya kaldığımız ataerkillik durumu anlamaya çalışırken, kendimizi tarikatlar alanında bulmuş olduk!
Öte yandan, bu sürecin de, kadınlar üzerinden işlediği anlaşılıyor. Maden işçilerinin eşleri çoğu durumda “ev kadını” konumundalar. Zamanlarının neredeyse tamamını evde geçiren bu kesim tarikatların hedef kitlesini oluşturuyor. Evlere yapılan ziyaretler ertesinde başlatılan Kuran okuma etkinlikleri, zaman içinde, çocukların kursa katılması ve yatılı hale gelmesiyle sonuçlanıyor. Dini boyut yanında, çocukların “yatılı verilmesi”, özellikle yoksul aileler açısından, geçinme stratejisinin parçası haline gelmiş bulunuyor.
Son dönemde üstlendiğim görevler nedeniyle gittiğim farklı yörelerde hep aynı manzara söz konusu. Yani, Zonguldak bir istisna değil. Zonguldak’ın hemen yanı başındaki Düzce ve Bolu kentlerinde de benzer yapılanmalar yaygın biçimde çalışıyor.  Büyük tarikatların bu kentlerdeki okul, yurt ve kurs binaları, saklanmak bir yana, mimarileriyle de ben buradayım diyor. Üstelik, bu örgütlenme sadece kentlere sınırlı değil. Kırsal kesimde de, köy kümeleri arasında görece yalıtılmış alanlara kurulan yurt binalarına köylerden kamyonet ve minibüslerle yatılı öğrenci taşınıyor.
Bu yaygın ve derin örgütlenmenin gerisindeki güçlerle çatışmamak kaygısıyla olsa gerek, bu konuya ilişkin haberlere liberal basınımızda rastlamıyoruz. Ancak, yukarıda özetlediğim mülakatı yaptığımız günün akşamı okuyabildiğimiz günlük gazetelerin ilk sayfalarında, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun türban konusundaki tutumu nedeniyle eleştirilerin hedefi haline getirildiği görülüyor. CHP ve liderinin türban ve Kürt sorunu konularındaki yaklaşımının sağlıklı bir değerlendirmesini şu an yapmak mümkün görünmüyor. Anlaşılan o ki, bu konular stratejik    bir tercih yapılarak, seçim sonrasına bırakılıyor.
Ancak liberal basının tutumu uzun süredir biliniyor. Türban tartışmasının odağında on sekiz yaşında üniversite kapılarından döndürülen türbanlı gençlerin özgürlük alanın kısıtlanmasına yönelik kaygı konuluyor. Bu sorunun ana muhatabının üniversite olduğu düşünülürse, bir öğretim üyesi olarak bu sorunu görmezden gelecek değilim; ortada çözülmesi gereken bir sorun var. Ancak türbanla simgeleşip, türbanlı öğrencilerin üniversiteye serbestçe girmesiyle özdeş hale getirilen soruna daha dikkatli bakmamız gerektiğini de söylemek gerekiyor.
Tam da bu çerçevede, Zonguldak’lı maden işçisiyle yaptığımız görüşmenin -bir kez daha- önüm(üz)e koyduğu bir dizi soru var; sekiz yaşında bir (ya da binlerce) çocuğun muhtemelen geri dönüşü olmayan bu tür bir yola girişi üniversite kapısında sorunla karşılaşan gençlerinkinden daha az mı dramatik? Kendi düşünceleri alınmadan bu yola sokulduktan sonra, bu çocukların başka tür yaşamları, öğretileri ve düşünsel dünyaları tanıma, öğrenme şansları var mı? Kamu otoritesinin türban konusunda giderek muğlâklaşan yasakçı tavrına bu derece duyarlı liberal aydınlar ve köşe yazarlarının sekiz yaşında seçeneksiz bırakılan bu çocuklara yönelik olarak söyleyecekleri hiçbir şey yok mu?
Bu ülkede sekiz yaşındaki çocuğun başına türbanı, başörtüsünü geçiren anlayışı görmezden gelip, on sekiz yaşındakinin başındakini çıkarttıranı hedefe koyan anlayış bu sorunu çözmüyor; en azından bir özgürlük sorunu olarak!  On sekiz yaşındakinin sorununu sekiz yaşındakinin sorunuyla aynı anda çözen bir siyasal stratejiye ihtiyacımız olduğunu düşünmek için iyi nedenlerim var!
“Liberal aydınlarımızın” sekiz yaşındaki çocukları niçin bu kadar kolay feda ettiklerine ilişkin iyi nedenleri var mı? Yüksek yerlerin hedefi haline gelmemek dışında!