Giroux “Bireysel ve kolektif stratejilerin genel olarak birbirlerini destekleyen şeyler olduğunu ve birinin başarısının -hatta başarı olasılığının- çoğu zaman diğerinin başarısına bağlı olduğunu düşünüyorum” diyor.

“Türcülüğe karşı her türlü strateji bir bütündür”

Fatma Sıla SANDAL-Ulaş Bager ALDEMİR
Çeviri: Kerim Can KARA

Günümüzün en önemli sorunlarından birisi de insanların hayvanlara olan yaklaşımı. Özellikle hayvansal ürün tüketimi tartışmasıyla insanın hayvan türleri arasında ayrımcılık yaptığına dair tartışmalar güç geçtikçe yoğunlaşıyor. Bunun yanı sıra insanların kaygı veya korkularından farklı hayvan türlerine yönelik saldırgan tutumları ve bunlara yönelik eleştiriler de sürüyor. Biz de türcülük ve hayvan hakları mücadelesini Kanadalı düşünür, avukat ve hayvan hakları savunucusu Valéry Giroux ile konuştuk.

Bilim, tarihsel olarak patriyarkal ve türcü bir faaliyet. Peki, bu bilimsel aklın kendisinden kaynaklanan yapısal bir sorun mu yoksa sosyopolitik nedenleri olan tarihsel bir gerçeklikle mi karşı karşıyayız? Kısacası, türcü olmayan bir bilim mümkün müdür?

Bilimin tarihsel olarak cinsiyetçi ve türcü bir yaklaşımla gerçekleştiriliyor olmasının ve hâkim patriyarka ile türcülüğe katkı yapacak biçimde gelişmesinin çeşitli nedenlerini tam olarak değerlendirebileceğimi düşünmüyorum. Bu mesele tam olarak benim uzmanlık alanımla örtüşmüyor ama yine de, söz konusu nedenlerin pek çoğunun “bilimsel akılla” ilgili olmadığını, diğer insan aktivitelerinin de kadınlara ve insan harici hayvanlara yönelik adaletsizlikle karakterize edilmesine sebep olan nedenler olduğunu söyleyebilirim. Bunların bazıları evrimsel ve biyolojik olsa da pek çoğu tarihsel, ekonomik, kültürel ve ilişkisel nedenler. Dolayısıyla da bunlar; toplumsal yapıların ve kurumların kadınları, insan harici hayvanları, beyaz olmayanları, düşük gelirlileri ve bilişsel gelişimi farklı olanları cezalandıracak biçimde şekillenmesine yol açıyor.

Bu bağlamda bilimin, son derece adaletsiz olan kurumlarımızın hem nedeni hem de sonucu olan bu ortak kabullere ve tutumlara karşı bağışıklığa sahip olduğunu varsaymak için hiçbir sebep göremiyorum. Yani “bilimsel akıl” olarak düşündüğümüz şeyin de sosyal ve politik kurumlarımızın yarattığı ve güçlendirdiği bu önyargıların tesirinde kalması da muhtemel. Irkçılık karşıtları, insanların zekâsını değerlendiren testlerin büyük oranda beyazlar lehine yapılandırıldığını düşünerek bu değerlendirmelere karşı çıkıyor. Ekofeministler, insanların ahlak anlayışlarının tipik bir erkek bakışıyla oluşturulan kriterlerle değerlendirilmesini eleştiriyor. Benzer şekilde de yaygın “bilimsel akıl” kavrayışının baskıcı ideolojilerden ve önyargılardan etkilendiğini öne sürmek mantıklı görünüyor.

Bu anlamsız baskının üstesinden gelmek için yapılacak ilk şey, önyargılarımızın bilim yapma biçimimizi de yaygın şekilde etkilediğini kabul etmektir sanırım. Aynı zamanda, ırkçı ve cinsiyetçi önyargılarımızdan kaçınmamızı sağlayacak yöntemler ve tedbirler geliştirmeye devam etmek zorundayız. Üstesinden gelemediğimiz bilişsel insan biçimciliğimizin varlığını kabul etmemiz gerekiyor. Yani hangi araştırma alanlarına öncelik verileceğini ve bilimsel hedeflerimizin neler olacağını belirlerken; çalışmalarımızın bu yaygın ve başıboş adaletsizliklerin son derece zararlı ve etkili biçimde yeniden üretilmesine katkı sağlamaması için hangi yöntemleri izlemememiz gerektiğini değerlendirirken insanmerkezcilik ve türcülüğe yönelik güçlü eğilimimizi göz önünde bulundurmalıyız.

Hayvanlar üzerindeki bilimsel ve deneysel şiddete karşı mücadele hangi araçlarla yürütülmeli? Kültürümüzü nasıl dönüştüreceğiz? Sorun etik mi, politik mi?

Bilimsel araştırmalarda ve testlerde insan harici hayvanların sömürülmesini önlemenin en etkili yolunun, araştırmalarda hayvan denek kullanımının yasal olarak engellenmesi olduğunu (en azından küçük çocuklar gibi hassas insanlar üzerinde yapılan klinik araştırmalardaki standartları karşılamayan araştırmalar için) düşünüyorum.

Aynı zamanda, bu hassas insan grupları üzerindeki klinik araştırmalara ilişkin standartların insan harici hayvanları da kapsayacak şekilde genişletilmesi için gereken siyasi iradeyi elde etmek adına da farklı bir çabaya ihtiyaç var. Öncelikle, nüfusun, yani seçmenlerin önemli bir bölümünün bu tür bir standardizasyondan ve yasaklamadan yana olması gerekiyor tabii ki. Bunun gerçekleşmesi için de bireysel tutumları değiştirmek için çalışmamız ve etrafımızdaki insanları, insan harici hayvanların çıkarları, ahlaki değerleri ve türcü ayrımcılıkların yarattığı adaletsizlik hakkında bilinçlendirmeye devam etmemiz gerekiyor. Alternatif yöntemlerin geliştirilmesi ve bilim camiasının hizmetine sunulması da son derece faydalı olacaktır -ki böylece hayvan deneylerinin yasaklanmasının bilimsel bilgi ve tıbbi menfaatler açısından maliyeti de azaltılabilir. Bu tür alternatif yöntemlere yatırım yapmanın, bazıları hayvan deneylerinden bile daha etkili olacağından, kurtarılan hayvanlar kadar bize de yararlı olacağı düşünülebilir- ki bu yöntemler, hayvan deneylerindeki çıktıların insanlarda nasıl etki göstereceğini tahmin etmek gibi bir sorunu da ortadan kaldırabilir.

Kişisel olarak, bireysel kabulleri ve davranışları değiştirmeyi amaçlayan stratejiler ile kurumsal ya da kolektif dönüşümü amaçlayan yaklaşımlardan birini tercih etmek zorunda olmadığımıza inanıyorum. Bireysel ve kolektif stratejilerin genel olarak birbirlerini destekleyen şeyler olduğunu ve birinin başarısının -hatta başarı olasılığının- çoğu zaman diğerinin başarısına bağlı olduğunu düşünüyorum. Yani hayvan deneyleri konusunda yasal düzenlemeleri, adaletin gereklerine uygun hale getirmenin en umut veren yolunun, bu seviyelerin birini tercih etmek değil, tümü için çalışmak olduğuna inanıyorum.

Kedileri ve köpekleri seviyoruz ama örneğin farelere bilimsel amaçlarla eziyet edilmesi bizi rahatsız etmiyor. Kültürümüzdeki bu çifte standardın sebebi ne?

Bu soru, aynı zamanda esas olarak ahlak felsefenin araştırma alanlarını ilgilendiren meseleleri de gündeme getiriyor. Bir kez daha; evrimsel, tarihsel, kültürel ve belki de coğrafi sebeplerin bu çifte standardı açıklayabileceğini söyleyebilirim. Bazı hayvanlara yiyecek gözüyle, bazılarına himayemiz altındaki varlıklar hatta ailemizin üyeleri gözüyle, bazılarına güvenliğimizi tehdit eden birer varlık gözüyle, bazılarına asaletin ve gücün sembolü olarak bakmamıza yol açan türcülüğün çok sayıda sebebi var. Fakat günün sonunda; insan harici çeşitli hayvanlara karşı tutumlarımızın ve muamelemizin, onlarla ne kadar empati kurduğumuza, onları hangi amaçla kullanmak istediğimize, kendi kültürümüzün bize onlarla ilgili ne öğrettiğine ve onlarla ilişkimizin mahiyetine göre büyük ölçüde değiştiği inkar edilemez. Homo sapiens türünün üyesi olmama “talihsizliğine” sahip hiçbir hayvan bizimle “eşit” olarak görülmese de bazı hayvanların diğerlerinden daha iyi durumda olduğu şüphe götürmez.

Bazı hayvanları diğerlerine tercih etmekteki inkar edilemez eğilimimize tatmin edici bir açıklama sunamam, ki bu tercih elbette sadece hayvanların hangi türe ait olduğuna göre değişmiyor. Örneğin benim kültürümde tavşan bir av olarak da, bir yiyecek olarak da, bir bilimsel araştırma aracı olarak da, bir arkadaş olarak da kabul edilebiliyor. Bu açıdan, hayvanlara farklı gözle bakmamızın ve türsel nitelikleri benzer olsa bile farklı ahlaki değerler atfetmemizin arkasındaki psikolojik mekanizmalar üzerine çalışmalar var. Örneğin Amerikalı psikolog Melanie Joy, hayvanları, onlara bazı sıfatlar atfetmemize ya da bazı sıfatlarını reddetmemize yol açacak şekilde kategorize etme eğilimimizi ifade etmek için “karnizm” terimini türetti.

Özetle, bunu neden yaptığımızı bilmiyorum ama benzer niteliklere ve çıkarlara sahip hayvanlara farklı davranma ve onlara keyfimize göre ayrımcılık yapma eğilimimize karşı mücadelede; cinsiyetçilik, ırkçılık, sınıfçılık veya fiziksel ayrımcılık gibi diğer ayrımcılık biçimleriyle mücadelemizde kullandığımız stratejilerin benzerlerine (ya da onlardan ilham alarak yaratılan stratejilere) başvurmanın akıllıca olacağını düşünüyorum.