Tuncay Birkan’ın kitabı tam zamanında geldi. Tam o sırada pek sevdiğim, hani kardeşim gibi derler ya, öyle, Roberto Bolano’nun kallavi romanını okumaktaydım, Vahşi Hafiyeler(Çeviren: Peral Bayaz, Can Y., Ocak 2018). 50 yaşında dünyadan göçmüş bu Şilili yazarın hayli kitabını okudum, okudukça da genç ölümüne yandım, demiş miydim, sanki ağabeyimi yitirmişim gibi. İnsan bazen yazarları, şairleri […]

Türk muharriri!

Tuncay Birkan’ın kitabı tam zamanında geldi. Tam o sırada pek sevdiğim, hani kardeşim gibi derler ya, öyle, Roberto Bolano’nun kallavi romanını okumaktaydım, Vahşi Hafiyeler(Çeviren: Peral Bayaz, Can Y., Ocak 2018). 50 yaşında dünyadan göçmüş bu Şilili yazarın hayli kitabını okudum, okudukça da genç ölümüne yandım, demiş miydim, sanki ağabeyimi yitirmişim gibi. İnsan bazen yazarları, şairleri böyle de seviyor, seviniyor ve yanıyor işte! Şiddetle değil tabii, ama hararetle ve dahi hasretle okumanızı öneririm bunu ve diğer kitaplarını da. Kendisine de çok teşekkür eder, gani gani rahmet dilerim.

Tuncay Birkan’a da baştan peşin peşin teşekkür ederim, zira yalnızca bu kitabı için değil, pek çok çevirisi için ve özellikle de Refik Halid Karay’ın gazetelerde kalmış yazılarına ulaşıp, derleyip, toplayıp, ehline yazdırdığı hepsi birbirinden okunası 18 önsözle yayıma hazırladığı 18 cilt kitap için. İnkılap’tan “Memleket Yazıları” üstbaşlığıyla, kapağından iç düzenine gayet ferah, Türkçeden İstanbul’a, deniz seyahatlerinden lezzet yolculuklarına, kadınlardan gündelik hayata, Atatürk’e…

kitaplar… Dedim ve Atatürk’e Eğilen Bir Sürgün’ü(İnkılap, 2017) henüz okumadığımı fark ettim. Yazıyı bıraktım, gittim kitabı okumaya başladım. Öyle ya 30 yıla yakın sürgün kalmış bir yazarın, memlekete döndükten sonra Atatürk’e dair yazdıklarını okumadan olmazdı! Tan gazetesinde 10 Kasım 1941’de çıkan “Atatürk Ölmedi” başlıklı yazısında şöyle diyordu Karay: “Varol Atatürk! Sağol Atatürk! Zira senin varlığın, senin yolunda giden ve gidecek olanlarla yine yerinde, sağlığın ise sapasağlam bıraktığın milletimin pulat bünyesindedir.” Sonra da ona olan özlemini şu sözlerle dile getiriyordu: “Fakat sen, maddi manasiyle de yine yaşamalıydın, Atatürk! Büyüklüğüne yakışmıyan bu şimdiki küçüklükler dünyası üzerinde maddi varlığınla yine ağır basmalı, şu, kurtları boğuşturan dumanlı havada, yelelerini kabartıp yine dolaşmalı, kükriyecek diye yine etrafa saygı ve korku salmalıydın!”(agy, s.71)

Tuncay Birkan’la başlayan bu üçüncü paragrafta nihayet kitabın adına sıra geldi. Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri 1930-1960 (Metis, Ocak 2019). Hem önsözü hem de sunuşuyla davetkar ve vaatkar bir kitap. Sonrası daha da cazip elbette. Nerdeyse çocukluğumdan beri Türk Edebiyatı’ndaki ve basındaki kalem kavgalarına dair hayli kitap okudum sağdan ve soldan. Nedense bu tür kitapların çoğu sağdan geldi, yanılıyor muyum? Ergun Göze’nin, Tercüman’da yazardı, sağcı gazeteci, Boğaziçi Yayınlarından olmalı yanlış hatırlamıyorsam, Peyami Safa-Nazım Hikmet Kavgası. En çok aklımda bu kitap yer etmiş.

90 yıl öncesinden başlayarak süren devlet ve muharrir, piyasa ve muharrir, muharrir ve muharrir ilişkileri, çelişkileri, atışmaları, kavgaları, Birkan’ın kitabın girişindeki coşkulu anlatımına gayet uygun biçimde ilerliyor. PEN Türkiye Yönetim Kurulu Üyesiyim, Şubat 2019’da ayın kitabı seçtik, onun için yazdığım basın bildirisinde de ben heyecanımı saklayamadım, hem neden saklayayım!

Kitabın özellikle bugünlerde çok konuşulan, tartışılan ‘milli edebiyat’ kavramına ilişkin bölümü üzerinde durmak istiyorum. 1936’da bir gazetede yapılan anketle, 44 edip ve muharrire, ‘milli bir edebiyat yaratabilir miyiz?’ diye sorulur. Katılanlardan yalnızca 14’ü, anketi yapan Nusret Safa Coşkun’un ‘istediği coşku ve hamasetle cevap verir’ken, diğer katılımcılar bu terime itiraz ederler. Örneğin milliyetçi yazar Peyami Safa şöyle diyecektir: “Bizde milli edebiyat tabiri milliyetçi edebiyat yerinde kullanılıyor. Tabir üstünde biraz düşünülürse milli olmayan edebiyat yoktur ve ‘milli’ kelimesi hiçbir tasnife giremez.” Bugün adeta ‘milli şair’ ilan edilen ‘Üstad’ Necip Fazıl’ın yanıtı ise daha ilginçtir: “Bence edebiyatı milli ve gayrimilli diye ikiye ayırmak sathi bir görüştür. Böyle bir tasnif milli edebiyatı sadece mevzu ve lügatçe meselesi zannetmek olur. Büyük ve mücerret edebiyatların hepsi ait oldukları milletlere olan nisbetleri bakımından milli ve başka milletlere taşmış olmak bakımından beşeridir. Şu halde benim anladığım manadaki milli edebiyatın vasıfları, büyük edebiyatın vasıflarile eştir.” Yakup Kadri gibi Kemalist, Orhan Seyfi Orhon gibi milliyetçi yazarlar bile bu kavramı yanlış bulurlar: “Milli edebiyat tabirinden bazıları ihtimal türkçü, halkçı, milli duyguları terennüm eden bir edebiyat manası anlıyorlar, bunun haricinde kalanların gayrimilli addedildiğini sanıyorlar. Tabii bu doğru değildir.”

Pek çok yazar bu kavramı ‘beynelmilel’ olmakla ilişkilendirir: “Milli edebiyatın vasıfları onun orijinalitesi ve beynelmilel kıymeti olabilir. Zaten böyle olmayınca dünya edebiyatları bakımından bir Türk Edebiyatı’nın varlığından bahis bile edilemez.” Bunu diyen de sağcı Orhan Seyfi Orhon’dur. Fakat iş ‘milli şair’e gelince, Nazım Hikmet’in gençlik arkadaşı, sonradan yolları ayrılan, gazeteci Vala Nurettin ya da kısaca Va-Nu, o şairin var olduğunu söyler: “Milli edebiyat diye muayyen bir şey olduğuna kani değilim. Çünkü Maksim Gorki’nin romanları ve tiyatroları, sosyalist temayüllü olmakla beraber, nasıl mükemmel bir Rus edebiyatı ise, Komünist Barbus nasıl Fransızsa, bizde milli edebiyatın dışına atılmak istenen Nazım Hikmet de birçok eserlerinde o derece mükemmel milli edebiyat numuneleri vermiştir sanıyorum.” Tabii bu yalnızca Va-Nu’nun görüşü, herhalde o dönemde hemen hiçbir yazar ve şair, böyle bir şey sorulsa Nazım Hikmet’in adını milli şair olarak anmazdı! Bazıları düşüncesine karşı olduğundan, bazıları şair kıskançlığından, çoğu da rejimden çekindiği için milli şair olarak vermezdi Nazım’ın adını.

Doğrudan milli edebiyat kavramına itiraz eden iki isim var. İlki, bugün yeniden okunan, pek çok yapıtı yeni bulunan, adeta kült romancı haline gelen Suat Derviş: “Bence bir milletin bütün istediklerini söyleyecek ve o milletin her sınıf insanı tarafından tamamile benimsenecek bir edebiyat yoktur.” İkincisi ise dönemin ünlü gazetecisi ve ‘Deli’ lakabıyla anılan Nizamettin Nazif’tir, “Ne milli edebiyat olur ne milliyetçi edebiyat olur, ne de milletçe edebiyat…Zira kitleleri şahlandıracak, ve kitlelere şu tarzda veya bu tarzda millet ve milliyet şuuru verecek sanat, kalemle ifade edilecek bir iş değildir.”

“Yerli ve milli”yi dillerinden düşürmeyenlerin, bu iki kavram arasında kurdukları ittifak da ‘cumhur ittifakı’ gibi bir şey olsa gerek, milliyetçi ve İslamcı. Ama bugün davalarının bayraktarı ilan ettikleri Necip Fazıl ve Peyami Safa’nın bile bu terime nasıl itiraz ettikleri ortada. Bundan 80 yıl önce beyhudeliği adeta tescillenmiş olan bu yaklaşımların bugün yeniden ve ısrarla tedavüle çıkarılmasında da herhalde ‘edebi’ kaygıların bulunduğunu söylemek, olsa olsa abesle iştigal olur!

2019’un ilk büyük armağanı olarak gördüğüm ve okuduğum Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri’nin üstünde yeniden duracağım. Umarım, Tuncay Birkan, 1960 sonrasını da kaleme alır. Çünkü PEN bildirisinde de yazdığım gibi, “çoğu sosyal ve beşeri bilimler alanında olmak üzere 50 civarında kitap çeviren’ ve kendi deyimiyle ‘en çok önsöz ve arka kapak yazısı yazan’ Tuncay Birkan, bu kez klişenin tam anlamıyla ‘her muharrire lazım’ bir kitap kaleme aldı…/… Polisiye okumadığını söyleyen Birkan’ın kitabı, polisiye gerilimi, sürükleyiciliği ve heyecanıyla okunmakla kalmıyor, kişileri edebiyatımızın öndegelen adları olan edebi panoramik bir roman gibi de okunuyor.”