Kent planlanma ve gelişim dinamiklerinin belirlenmesi gibi politikaların ötesinde anlamı olan Türk yurdu yaratmak ifadesi, erken Cumhuriyet’in resmi raporlarında sıklıkla yer alır. Bu ifade ile söz konusu edilen yeni şehirler kurmak değil; aksine binlerce yıllık gelenekleri olan tarihsel kentlerin kimliklerini değiştirerek yeni ‘yurt’lar yaratmaktır. Bu tür bir deneyimin Türkiye’nin kent sosyolojisinde belki de en ilgi çekici örneklerinden birisi Diyarbakır’dır.


Umum Müfettişlik, Başbakanlık ve bakanlıkların raporları bir bütün olarak incelendiğinde tarihsel olarak pek çok kültüre ev sahibi olmuş ve raporların yazıldığı dönemde de net şekilde Kürt kimliği baskın olan kentin, bir ‘Türk Yurdu’ olarak kurulması tahayyülünün büyük bir politik ideal olduğu görülmektedir.

Başbakan İnönü’nün ünlü Kürt Raporunda ‘Diyarbakır, kuvvetli Türklük merkezi olmak için tedbirlerimizi kolaylıkla işletebileceğimiz olgunluktadır’ diye bir tespit yapmış ve yapılması gereken işleri de açıkça ifade etmişti: ‘Bu mıntıkada sırf kültür dolayısıyla Türk iskanı bir zarurettir’! Yani Türk yurdu yaratmak aslında Türk kültürlü nüfusun burada iskanı yoluyla çoğunluk hale getirilmesi anlamına geliyordu. Daha 1920’li yılların sonlarında Birinci Umum Müfettiş Abidin Özmen de Batıdan, Karadeniz’den veya Balkan ülkelerinden ‘Türk muhacir getirilerek bölgedeki muayyen sahalara yerleştirilmesini’ önermişti.

Umum Müfettişten başbakana kadar sistem bu politikada hemfikir görünüyordu. Kuşkusuz bu politikanın diğer yüzü ya da olmazsa olmazı ise burada mukim nüfusun yerinden edilmesiydi. Nitekim İnönü aynı raporunda "geniş mikyasta iskanda kanunen bu mıntıkada oturmamaları lazım gelenleri başka sahalara almak ve hiç olmazsa (yarı oturak) seyyar olanları başka taraflara kaldırmak icab edecektir” demişti. Umum Müfettiş Abidin Özmen de bir raporunda ‘propagandacılarla münasebeti hissedilenlerin, köyleri tahrip edilip etrafa dağılanların, bir sebeple gayrı memnun hale gelmiş bulunanların, silahla hükümete karşı gelmiş, adli cezasını çekmiş ve kurtulmuş olanların bile ceza mahiyetinde olmamak, Doğu vilayetlerinde ilgisi kalmamak üzere Batı vilayetlerine naklini önermişti.

Kısaca Diyarbakır’ın bir Türk yurdu olarak inşası için iki araç birlikte kullanılacaktı. Türk kültürlü nüfus dışarıdan buraya yerleştirilecek, burada yerleşik Kürt nüfus da batı köylerine nakledilecekti. Buradan hareketle 1925 tarih ve 675 sayılı “Mahalli İskanlarını İzinsiz Terk Eyleyen Muhacir ve Mültecilerle Aşiretler Hakkında Kanun” çerçevesinde Diyarbakır ve çevresinden İzmir, Aydın, Manisa, Antalya, Bursa’ya yüzlerce kişi sürgün edilmişti. Yerinden etme gerekçelerinin Birinci Umumi Müfettiş Abidin Özmen’in gördüğü lüzum üzerine olması da ilginçti. O kadar ki Diyarbakır’dan Cemilpaşazadeler ile kız alıp veren aileler bile Batıya sürülmüşlerdi. Sonra bu sürgün hadiseleri istikrarlı olarak devam edecekti.

Fakat Türk yurdu yapmak esas olarak dışarıdan Diyarbakır’a bir nüfus ithalini gerektiriyordu. Arşiv belgelerine göre bu konuda yoğun bir çalışma yapılmıştı. 1932’de Rusya ve İran sınırını aşıp iltica eden Türkler ile Bulgaristan-Romanya’dan 100 muhacir hanenin çoğu Diyarbakır’a iskan edilmişti. Aynı yıl Diyarbakır Kırtipil köyüne 166 Romanya muhaciri yerleştirilmişti. Raporlara göre 1933’de Romanya, Yugoslavya, Bulgaristan ve Halep’ten toplam 58 hanede 210 nüfus Diyarbakır’a; 1934’de ise 59 hanede 288 nüfus Diyarbakır’ın Kapı Köyüne, Silvan kazasının Şimşim Köyüne ve İrnikir Köyüne ve 4 hanede 29 kişi il merkezine yerleştirilmişti. 1935’de Bulgaristan, Yugoslavya ve Romanya’dan gelen 461 haneden 1903 kişi Diyarbakır merkeze bağlı Abbas, Karabaş, Kabi, Köprübaşı, Tavuklu, Matrani, Şemami ve Yeniköy köylerine; yine Balkan göçmeni 535 haneden 1926 kişi Bismil’in Ambar, Çöltepe, Göksu, Molla Feyyat, Salat ve Ulam köylerine yerleştirilmişti. Aynı göçmen gruplardan 159 hanede 612 kişi Çınar ilçesi merkezi ve Beşpınar köyüne, 52 haneden 259 kişi de Ergani ilçe merkezi ve Herbetu köyüne yerleştirilmişlerdi. Sonraki yıllarda da bu uygulama devam edecekti.

Bütün bu iskan deneyimleri gerçekte arzu edilen nitelikte geleneksel şehri bir Türk yurduna dönüştürdü mü tartışılır ama Beysanoğlu’nun ifade ettiğine göre bütün mali desteklere rağmen göçmenlerin çoğu coğrafi ya da toplumsal şartlarla uyum sağlayamamış ve bölgeyi terk edip Batı Anadolu’ya yerleşmiş, kalanlar da büyük ölçüde yerel kültüre dahil olmuşlardı. Yani ‘sosyal mühendislik’ hesabı tutmamıştı.