Önemli olan dili kağıda aktaran alfabeden ziyade “zamanında” o alfabeyle kimlere ne kadar ulaşabileceğiniz ve “cahil” bırakmadan aydınlatabileceğiniz olmalıydı. Bunu düşününce geçmiş zaman içinde nelerin değişeceğini de düşünmeden edemiyoruz.

Türkçe konuşup Grekçe yazan halk Ortodoks Karamanlılar

Cem Ülker

Son dönemde –her işimizi hal yoluna koymuşuz gibi- çeşitli çevrelerce ısrarla gündeme taşınan ve devletin en tepelerinde bile zaman zaman dillendirilen bir konu da Arap harflerinden Latin harflerine geçişle birlikte toplumun cahilliğe itildiği yönündeki söylem ve bunun etrafında şekillenen tartışmalardı. Cumhuriyet’in henüz doğumundaki 13 milyon 649 binlik nüfus içinde sadece yüzde 2,5 gibi bir okuryazarlık oranı ortadayken, harf devriminin yarattığı metamorfozun kitleler üzerinde yarattığı etki ile bunun sonuçları sosyolojik açıdan farklı boyutlarıyla incelenmiş ve tüm bu sonuçların toplum katmanlarındaki karşılığı derinlikleriyle ortaya konmuştu. Özetin özeti; “Ne bir günde cahil ne de münevver olmuştuk…”

Peki, hâlâ neden kaşınıyordu bu konu? Geçiş döneminde nüfusun yüzde 97,5’lik bölümünü oluşturan okuryazar olmayan kitle ile birlikte, aydın kesimin de yalnızca bir alfabe değişikliği ile cahilliğe itildiği düşüncesi ne kadar gerçekçi olabilirdi ki? Asıl cevaplanması gereken soru da buydu… Ama şu da bir gerçek -ki hala geçerliliğini koruduğunu görüyoruz- feodalitenin zümrelere hâkimiyetini “cahillik” üzerinden idame ettirerek soyunu devam ettirme çabası…

İşte gerçeklik dediğimiz şey burada başlıyordu…

Harf Devrimi, 1 Kasım 1928 tarihinde 1353 sayılı “Yeni Türk harflerinin kabul ve tatbiki” yasasıyla yürürlüğe girdi. Bu tarihten önce yani 1923 yılı ise mübadele yılı olarak belleklerde tazeliğini koruyordu. Lozan Barış Antlaşması’na ek olarak yapılan sözleşme uyarınca Türkiye ve Yunanistan’ın kendi ülkelerinin yurttaşlarını zorunlu göçe tabi tutmasıyla 1 milyon 200 bin Ortodoks Hristiyan Anadolu’dan Yunanistan’a, 500 bin Müslüman Türk de Yunanistan’dan Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı. Mübadeleye tabi olanlar için ana kıstas ırk ya da dil değildi. Bu göç dalgası “din” üzerinden devreye alınmış, Türkçeden başka dil bilmeyen ve konuşmayan Türk Ortodoks Hristiyan Gagavuzlar ile konumuzun kahramanları Karamanlı Ortodokslar da yurtlarını terk etmek zorunda kalmışlardı.

Osmanlı’nın önceliği dil değildi

Dil ile alfabenin ilişkisi bugün varlığını sürdüren, hemen her dilde hâlâ üzerinde durulan önemli konulardan biri olarak karşımıza çıkmakta. Peki, neden alfabe üzerinde bu kadar durduk, duruyoruz. Dil ile alfabenin uyumlu bir şekilde dans etmesi beklenir ama bir dilin abc’sinin hangi karakterde olduğu bu kadar önemli midir? Ya da soru şu olabilir; Konuşma dilinin yazıya aktarımında meselenin özünü yalnızca alfabede mi aramamız gerekir? Yoksa başka argümanlar devreye girer mi? Bunun önemi nedir ve nerede yoğunlaşır? Yazılı kaynakları kullanmakta mı yalnızca? Ya da kültürel yayılmacılığı olabildiğince yukarı taşıyarak toplumları tahakküm altına alma konusunda devreye alınan emperyal yöntemlerden biri olduğu yönünde mi? Peki öyleyse yayılmacı bir devlet olan Osmanlı, neden sınırları içinde bulunan halklara devlet daireleri haricinde Türkçe zorunluluğu getirmemiştir? Tarihçilerin bir kısmına göre devamlılık esasına darbe vuran en önemli konuların başında bu konu gelmektedir… Bugün İspanyolcanın ve İngilizcenin dünyanın en yaygın dil olarak kullanıldığını düşünürsek bu tezi doğru sayacak mıyız? Saymalı mıyız?

Bu da ayrı bir tartışmaya açıktır…

İşin bilimsel temelini dil bilimcilere bırakarak yüzeysel bir yaklaşım içinde konuyu ele alırsak dil ve alfabe birlikteliğine yönelik şaşırtıcı örneklere rastlıyoruz. Bu coğrafya ve kadim Anadolu medeniyetlerinin birer uzantısı olarak günümüze kadar ulaşan toplulukların bu dil ve alfabe birlikteliğinin bazı şaşırtıcı örneklerini gördüğümüzde ise bu şaşkınlığımız daha artıyor.

Konumuza geçmeden önce bir anekdotu anlatmama izin veriniz. Bu anekdot yıllar sonra ilgimi çeken bir konunun temelini oluşturmuştu açıkçası. Televizyonun tek kanal ve siyah-beyaz olduğu dönemde İzmir ve çevresinde yaşayanların ortak noktalarından biridir bu. Bu ritüel “Kalimera, kalispera” ile başlayan ERT yani Yunan TV kanalından başkası değildir... O yıllar antenler zaman zaman Ege’nin karşı yakasına çevrilir, bir sinyalin peşine düşülürdü çatılara balkonlara çıkılarak. Hava açık ise sinyal kolay yakalanır, anlaşılmayan haberler, futbol maçları, stüdyo eğlenceleri ve Grek alfabesiyle alt yazılı filmler seyredilirdi. Ezberimizde hayli yer etmiş bir geleneğimiz olmuştu bu. Yıllar sonra bir sohbette arkadaşımın işi daha da ileriye taşıyıp, ıslıkla Yunan milli marşını çaldığını öğrendiğimde ise hayli şaşırmıştım açıkçası… Bunun yanında birçoğumuz Grek alfabesini oluşturan harflerin, Türk yani Latin alfabesindeki karşılıklarını da öğrenmiştik aynı günlerde…

Türkçe sözcük ve cümleleri Yunan Grek yazıyor, güya şifreli mesajlar yolluyorduk birbirimize… Bugün Türk sinemasının başarılı yönetmenlerinden biri olan arkadaşımın hoşlandığı kıza bu alfabeyi kullanarak yazdığı mektubu bile hatırlıyorum gülümseyerek… Kısacası duygu ve düşüncelerimizi kâğıda dökerek bir başkasına ya da başkalarına ulaştırmak için alfabeden daha önemli şeyler vardır hayatta. Tıpkı Karamanlıların yaptığı gibi…

turkce-konusup-grekce-yazan-halk-ortodoks-karamanlilar-685733-1.
Ortodoks bir Karamanlıya ait mezar taşının son cümlesi: Allah rahmet eylesin.

Grek alfabesiyle Türkçe

İster Kiril, ister Latin, ister Arap isterse de Yunan olsun… Bütün harfler kullanıldığı dilin yalnızca bir aracıdır ki Türkler tarihleri boyunca; Türk, Runik, Mani, Soğd, Uygur, Brahmi, Tibet, Süryani, Arap ve Kiril alfabelerini kullanmışlardır. Bunlardan Grek alfabesi ise Türklerin kullandığı en eski alfabelerden biridir. Mevcut bilgilerimiz ışığında Grek alfabesiyle yazılmış en eski Türkçe kelimeler, Bizans kroniklerinde geçen Türkçe kişi adları ile unvanlardır. Ayrıca Tuna Bulgarları kitabelerinde Grek alfabesiyle yazılmış metinler de bulunmaktadır.

Buradan bakınca; bir dilin yazıya aktarılması ve okunabilmesi için o dilin alfabesini kolayca öğretmek yerine, zoru değiştirerek basiti devreye almayı “cahilliğe sevk” gibi sığ bir söylemle eleştirmek işin kolayına kaçmaktan başka bir şey olmasa gerek. Ve ayrıca cahillikten daha çok cahilliğe teslim etmek düşüncesiyle de doğrudan ilişkisi vardır. Çünkü coğrafya buna müsaittir ve örnekleri çoktur.

Bugün Yunanistan’da yaşayan ve Türkçe konuşup Grek alfabesiyle duygu ve düşüncelerini yazıya aktaran Karamanlılardan söz etmek gerekiyor. Osmanlı İmparatorluğu zamanında Orta Anadolu ve civarında Türkçe konuşan Ortodoks Hristiyanlar olarak biliniyorlar. Anadolu coğrafyasında her daim olduğu gibi Karamanlılar konusunda da farklı kimlik tezleri bulunuyor. Ancak bunlardan iki tezin kabul gördüğünü belirtelim. Birincisi Yunan tezi… Buna göre Karamanlılar Yunanca konuşan Bizanslıların doğrudan torunlarıdır.

Türk tezine göre ise, Bizans imparatorları tarafından Anadolu’ya yerleştirilmiş ve bölgede ikame olmuş Türk askerleri. Bu sava göre Karamanlılar Anadolu’nun fethinden önce Orta Asya’dan Bizans’a göç etmiş, ticaret ve askerlik ile uğraşan, ortodoksluğu benimsemiş ama ana dillerini konuşmayı sürdürmüş Türkler olarak görülüyor. Osmanlı belgelerinde “Zımmiyan-ı Karaman” ya da “Karamaniyan” adıyla anılıyorlar.

Hangi sav doğru olursa olsun “gurbet acısı” vücuda sirayet edince bunun pek de önemi kalmıyor. Yunanistan’a gönderilen Karamanlılar, Hıristiyan oldukları ve diğer taraftan da Türkçeden başka bir dil bilmedikleri için Müslüman Türklerle Yunanlılar arasında kaldılar. Yüzyıla yakın bir zamandır ise Yunan ülkesinde Türkçe konuşmaya devam ettikleri için “Yunan adına lâyık olmayan… Yarım Hıristiyan… Kara dinli… Karamanlılar” olarak görülmeye devam ediyorlar. Ne acı…
Yukarı da değindiğimiz her iki tez de şu mutlak gerçeği değiştirmiyor. Bu halk Türkçe konuşuyor, Grek alfabesiyle yazıyor… Karamanlı Türkçesi ya da “Karamanlidika” adı verilen bu dilde az bir miktar Yunanca kelime de bulunuyor.

Bu bilgiler ışığında şu sorunun önemi daha da artıyor; dilin varlığı kitlelerin aydınlanması yönünde tek başına yeterli midir? Kaynağın ulaştırılması ve taşınması yönünde alfabenin rolü ne kadar önemli? Ve ardından şu tespit geliyor “ Bir günde değiştirilen alfabe miydi toplumu cahilliğe iten, yoksa eğitimi genele yaymayarak cahilliğe terk edilmiş toplumu umursamayan yönetimler mi?”

turkce-konusup-grekce-yazan-halk-ortodoks-karamanlilar-685735-1.
Anatoli gazetesinin altında Grek harfleriyle 'Anatoli Rumlarının Tercümanı Efkarı' yazıyor.

Bir Anadolu Lisanı

Karamanlılar dillerini “Anadolu Lisanı” olarak tanımlıyorlar. Karamanlı Türkçesi, Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sine de girmiş. Evliya Çelebi şöyle bahsediyor bu topluluktan ve dillerinden; “Urum keferesi” sakindir, ancak bunlar Rumca değil “bâtıl Türk lisânı üzere kelimât ederler.” Çelebi’ye atıfla yalnızca kelamet etmediklerini, Anadolu’da yaşayan ve Rumca bilmeyen Ortodoksların aydınlanmasına yönelik Grek harfleriyle Türkçe kitap ve gazete yayımladıklarını da görüyoruz. Burada Evangelinos Misailidis’in 1851’de İstanbul’da yayımlamaya başladığı “Anatoli” gazetesine ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Bu gazete Karamanlıcanın yerleşmesi ile birlikte, Müslümanların ve Ortodoksların bir arada huzur içinde yaşamasına da büyük katkılar yapmıştır. Hatta eski nüshalarını eğer Grek alfabesini biliyorsanız rahatça okuyabiliyoruz hâlâ. Ve hatta bugün Karaman’a giderseniz Ortodoks mezar taşlarında yazılanları da kolaylıkla okuyabilirsiniz…

Öte yandan, Karamanlı ağzıyla yazılmış basılı eserler ile birlikte, Karamanlı nüfusunun yoğun olarak yaşadığı Konya, Karaman, Kayseri, Niğde ve Antalya ile Karadeniz’in çeşitli yerlerinde, Grek alfabesi kullanılarak Türkçe yazılmış birçok mezar, çeşme ve kilise kitabeleri de bulunmaktadır.

Yani önemli olan dili kağıda aktaran alfabeden ziyade “zamanında” o alfabeyle kimlere ne kadar ulaşabileceğiniz ve “cahil” bırakmadan aydınlatabileceğiniz olmalıydı. Bunu düşününce geçmiş zaman içinde nelerin değişeceğini de düşünmeden edemiyoruz.

Son sözü de Dil Bilimci Prof. John P. Hughes’ün, The Science of Language adlı kitabında ki şu cümlesiyle söyleyip bitirelim;

“İnsanoğlunun en eski ve en büyük iki icadının tekerleği keşfetmesi ve ateşi kontrol etme becerisi olduğu söylenegelmektedir. Bu muhtemelen yeterlidir. Ancak bunlar üçlü bir grup yapılmak istenirse, kesinlikle üçüncü olarak yazının gelişimi eklenmelidir. Bir yazı sistemi olmaksızın düşünce, ne kadar yüce olursa olsun, bir defa söylenmekle sonsuza kadar yok olur.”