Sinema tarihinde, ‘apartman’ denilen yaşam alanlarının ne kadar korkunç mekânlar olduğuna dair çok sayıda film bulabilirsiniz. Bunlar arasında, 1976 tarihli Roman Polanski filmi The Tenant/Kiracı’nın apayrı bir yeri var. Kiracı’da, Polonya göçmeni bir Fransız yurttaşı olan Trelkovsky’nin bir Paris apartmanında verdiği ‘yaşama tutunma’ çabası anlatılır. İntihar etmiş bir genç kadından boşalan daireye yerleşen Trelkovsky, incecik duvarlarla bölünmüş bu binanın nasıl dehşetli bir varoluşsal yabancılaşma mekânı olduğunu yaşayarak öğrenir.


Fazlasıyla Kafkaesk bir karakter olan Trelkovsky’de, bir sabah sıkıntılı rüyalar gördüğü uykusundan uyanıp kendini ürkütücü dev bir böceğe dönüşmüş bulan Gregor Samsa’yı ya da Kont tarafından bir köyün tepesindeki şatoya davet edilen ama köyden şatoya giden yolu bir türlü bulamayan kadastrocu K.’yi görmek mümkün. Ama Trelkovsky’nin yaşamını cehennem azabına dönüştüren şey bizzat apartman dairesidir; yabancılaşma ve parçalanmanın somut hali…

***

Apartman, tıpkı yakın akrabası ‘kompartman’ gibi, Sanayi Devrimi’nin bir ürünü olarak gündelik hayata girdi. Her iki sözcük de parçalanma, birbirinden ayrılma, ayrı olma halini işaret ediyor. Kabaca örneklemek gerekirse, ürettiği ürünün tüm yapım aşamalarına hâkim olan zanaatkâr ‘müstakil ev’e denk düşerken, üretim sürecinin patronun daha da zenginleşmesini sağlayacak biçimde işbölümü ve bant sistemiyle parçalara ayrıldığı bir fabrikadaki işçi, ancak apartman dairesinde karşılık bulur.

Bizde tam olarak öyle olmadı tabii: Avrupa tarihinde kentleşme, köyden (tarımsal üretim) kopan üretici kesimin kentte fabrika işçisine (proleter) dönüşmesiyle gerçekleşiyordu. Anadolu ve doğusundaki topraklardaysa, köyden kente göç edenlerin en büyük hayali, bir apartmanın kapıcısı olabilmekti. Çünkü apartmanlarda sadece zengin şehirliler veya memur orta sınıf otururdu. Fakir işçilerse, kalabalık ailelerini kentin çeperinde bir gece vakti kondurdukları iki göz eve sığdırırsa şanslıydı.

Yılmaz Güney-Zeki Ökten başyapıtı Sürü’den (1978) anımsarsınız; Ankara’da yeni yapılmakta olan bir apartmanın inşaat bekçisi olan Sıddık, köyden kente göç hayalleri kuran Şivan ve Berivan’a şöyle der: “Tek göz odaya az daha dayanırsak, buranın kapıcı dairesi bizim olacak. Kısmet olur da o zaman gelirseniz, keyfe bak sen!” Bu sadece, köylü nüfusun tüm altyapı-üstyapı ilişkileriyle bir yerden başka bir yere aktarılmasıdır. Örneğin Şivan’ın YSE’de (Bir zamanlar bu ülkenin en önemli kurumlarından olan Yol-Su Elektrik) bir işe girme ihtimali vardır, ama bunun için önce işe alınmasını sağlayacak kişilere vermek üzere 60 bin lira para gerekmektedir. Şimdi, böyle bir toplumsal yapıda, Şivan’dan ne bekleyebiliriz, sınıf bilinci ve kent kültürüne sahip olmasını mı?!
Kiracı’ya dönelim: Bir sahnede Trelkovsky, yaşadığı yabancılaşmaya dair düşüncelerini şöyle özetler: “Bir insan, olduğunu sandığı kişi olmayı hangi noktada bırakır? Diyelim kolumu kestin. Şöyle derim, ‘Ben ve kolum.’ Öteki kolumu da kestin, şöyle derim, ‘Ben ve iki kolum.’ Diyelim midemi, böbreklerimi söküp çıkardın, diyelim ki mümkün bu, şöyle derim: ‘Ben ve iç organlarım.’ Ve şimdi de, kafamı kestin… O zaman ‘Ben ve kafam’ mı derim, yoksa ‘Ben ve vücudum’ mu?”

***

İstanbul’un ortasına bir kanal kazıp iki tarafını apartmanla doldurma hayalleri kuran, ‘5 Haramiler’in başını çektiği inşaat sektörünü zenginleştirmekten başka amaca hizmet etmeyecek bu betonarme hayalleri kitlelere güzel şeylermiş gibi pazarlamaya kalkışan bir iktidarla yaşamak, koskoca bir halkı Trelkovsky’ye dönüştürüyor. Hukuk ve adalet zaten yok! Bir de zorunlu kiracısı olduğumuz dairenin duvarları üstümüze üstümüze geliyor, kendine yabancılaşmanın en uç noktasında duruyoruz; aslında fırsat bulsalar bizi o apartmana kapıcı bile yapmayacaklarını biliyoruz.

Ne diyeceğiz şimdi? ‘Ben ve sen’ mi, ‘Ben ve ben’ mi? Bunlar yerine ‘Biz’ demek için ne gerekiyor?