EREN AYSAN Buraları terk-i diyar eyleyeli tam beş yıl olmuş. Senden sonra da çok ölüm gördük, hüzünlerin içinden kahırla geçtik biz. Sevdiklerini yolladık yanına. Adnan Azar’dan Refik Durbaş’a şiirden bir yol yaptık gidenlerden. Sadece onlar mı? Kahkahalarıyla gökyüzünü delen genç kızları, barışı ve umudu yüreklerine yazan delikanlıları da yeraltındaki o ülkeye gönderdik. Anaların gözyaşlarıyla kalakaldık […]

‘Türkiye ayağa kalk!’

EREN AYSAN

Buraları terk-i diyar eyleyeli tam beş yıl olmuş. Senden sonra da çok ölüm gördük, hüzünlerin içinden kahırla geçtik biz. Sevdiklerini yolladık yanına. Adnan Azar’dan Refik Durbaş’a şiirden bir yol yaptık gidenlerden. Sadece onlar mı? Kahkahalarıyla gökyüzünü delen genç kızları, barışı ve umudu yüreklerine yazan delikanlıları da yeraltındaki o ülkeye gönderdik. Anaların gözyaşlarıyla kalakaldık öylece. Bir tek sizin kuşağın değil, meğer bizim kuşağımızın da sesi olacakmış, “Bugün de ölmedim, anne!” şiirin. Anlayacağın çok sevmenin yanında çok da ölmeye devam ettik, durduk!

Hatılıyor musun? Emile Zola’nın “Meyhane” romanında Paris’in kenar mahallesinde yaşayan bir işçi ailesinin yaşadığı sancılı çöküş hikayesi anlatılır. Çalışkan ve dürüst insanlara rağmen alkol bataklığında yaşayan bir kadının dönüşümü verilirken, kaybolan hayatlar ele alınır. Meyhanenin müdavimleri bir tatil günü müzeye gider. Perişan giysileri ve bakışlarıyla kent merkezindeki bir kamusal alandaki dönüşümlerini, gerçekleşmeyecek çabalarını arka arkaya görürüz. İncelmeye çalışan halleri zamanla trajik durumu oluşturur.

Oysa siz ve sizin kuşak gittiğiniz meyhane ve publarda hayatın sillesinden geçmiş çalışanlarla hep eşit gördünüz; onlarla kurduğunuz dostluklarla da anıldınız. Ben, hiç unutmam, unutamam. Büyük Ekspress’te mermer masalardan yıldızlara bakarken bir anda Ramazioni görünürdü. “Sana İtalya’da birahane açacağım,” diye kandırdığınız Ramazan. Senin deyiminle ise yalnızca, “Takma adı Ramazan.” Ramazan, bembeyaz ütülü gömleğiyle gevrek gevrek gülerdi. “Sula beni” diye seslenirdin ona, artık cepte ne kadar varsa! Yan birahaneden at yarışı oynayanların gürültüsü yükselir, kulaklarını diker, bir kere daha yatan oyununa hazin hazin bakardın. Bir çıksaydı! Öyle büyük hayallere yer yoktu mütevazı gönülde. Yannis Ritsos’la Atina sokaklarında dolaşılacak, Kazancakis’in El Greko’suna ağlanacak, Attila Josef’in mezarına gül bırakılacak! Yazmış olduğun “Büyük Ekspress Kuşağı” şiirin, şimdi Ankara’da bir kuşağın adı olarak geçiyor. 80 sonrasındaki şair kuşağının adı olarak.

Hiç unutmam, unutamam! Kocaman bir aileydik. Bestekâr Sokak’ta oturduğumuz evin neredeyse üç katı genişliğindeki yeni bir eve taşındığımız günlerdi. Eşyalar salonun büyüklüğünden havaymış gibi görünüyor. Koltuklar, sandalyeler ve masa minicik kalakalmış. Kocaman koridorda ise incecik kırmızı halı hemen dikkati çekiyor. Bir tebeşirle ucuna yuvarlak çiziyorum. Sonra sizi yan yana diziyorum. Halıda kasıla kasıla yürüyüp çemberin ucuna gelince yedi yaş ukalalığıyla Ressam Paşa gibi bağırıyorum:

“Merhaba asker?”
“Sağ ol!”
“Nasılsın asker?
“Sağ ol!”

Günlerce benimle dalga geçiyorsunuz!

Sorumluluklar ortak! Belki de bu nedenle her akşam ilkokulun kapısından almaya geliyorsun beni. Dersin bitmesine on dakika kala pencereden bakıyorum. Karda ceketinin yakasını kaldırmış elinde somurduğun sigaranla bekliyorsun. Uçarak yanına geliyorum. Eve gidip birlikte ders çalışıyoruz. 29 Ekim ödevi: Atatürk’le ilgili bir şiir ezberlenecek! Hemen Melih Cevdet’in “Atatürk’ün Saati” şiirini bulup buluşturuyorsun. Bütün gün çalışıyoruz. Sonra sınıfta herkes tek tek ezberlediği şiirleri okuyor. Hamasetin yoğun olduğu şiirler büyük alkış alıyor. En cılız ses benim. Ama ne yalan söyleyeyim, bu dışlanmışlıktan dolayı bir an için bile burulmuyorum. Geçiniz!

Hiç unutmam, unutamam! Her hafta sonu annenin Etlik’teki evine gidiyoruz. Can oğlun Deniz yok, henüz dünyada değil o zaman. Kapıdan içeri girer girmez mutfaktan leziz yemeklerin kokusu bizi karşılıyor. Büyük bereketli masada kocaman, yürekten gülüşüyoruz. Oysa dışarda seksenli yılların soğuk iklimi kasıp kavuruyor ortalığı. Gülüşlerimiz hep yarım kalıyor! İlk bayrağı alan ise canım annen oluyor, Ahmet Abi. Onun ölümünden sonra da hepimiz azar azar ölüyoruz. Bazen düşünüyorum da, iyi ki görmedi dünya gözüyle anacığın başımıza gelenleri… iyi ki.

Küçükesat’a taşınıp küçük bir köpek alıyorsun kendine. Küçücük köpek Ayışığı, bir anda büyüyor, dev gibi oluyor. Kapıda konuklarını önce Ayışığı karşılıyor. Sonra “Köpek Yılları” kitabının adına kaynaklık etti kitapta yer alan öyküler. Öyküler deyince Özcan Karabulut’u anmam gerek. Bir dönemin şairleri onun öyküye olan sevdasıyla arada öykü yazmaya başladılar.

Sonra kalamıyorsun Ankara’da. İstanbul’a taşındıktan sonra da bir mülteci gibi sürdürüyorsun hayatını. Gönlünde geçmişin acısı. Sanırım en son Ankara’ya babamın anısına verilen Behçet Aysan Şiir Ödülü’nü almaya geliyorsun! Bir an önce de gitmek arzusuyla kıvranıyorsun. Hani Engürü kahvesi, hani tavşan kanı çay, hani atkestaneleri? Senle maç izlemenin tadı bile başkadır oysa… Ahmet Abi, Adanademirspor’un eski sol beki… vur topa!

Şimdilerde aynı dizeleri okuyup duruyorum: “Türkiye ayağa kalk/ Yurdumsun / Atılmaz ve satılmazımsın / bağımsızlığımsın!/ Türkiye! Ayağa kalk!Yurdumsun/ Bir sanık/ Gibi buruk/ ancak/ üç yanı/ gürül gürül/ denizimsin!”

Ve Türkiye ayağa kalkmadı. Nice acılar denizinden geçtik. Sırat köprüsü gibi Khk köprülerinden, gazeteci- yazarlarla doldurulan cezaevlerinden, haksızlıklar, hukuksuzluklardan, hedef gösterilmelerden, sıradanlaşan linç defterinden… Türkiye ayağa kalkmadı!

Hiç unutmam, unutamam. Şimdi bana o içten, canlı “kuzum” diyen ses yok artık. Ölümünü öğrendiğimde karşı kıyıdaydım. Gelirken Midilli’den bir avuç toprak ve uzo getirdim sana. Geç kaldım yolcu etmeye. Oysa o günün akşamı Adnan Azar’lı ve Haydar Ergülen’li masadan selam çaktık sana.

Özledim. Hem de çok. Öyle ya… “Sana Ahmet Erhan diyorlar!”