Aile adı altında konuşulan esas meselenin, içine doğduğumuz cinsiyete yüklenen toplumsal rollere karşı çıkan kadın ve erkekleri ‘aile’ dışına atmak, reddetmek, görünmez kılmak olduğunu biliyoruz.

Türkiye çay bahçesi: Aileye mahsustur | Yoksa elâlem ne der?
Kadınlar 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü'nde 2021’de Taksim’de toplanmış ve polis müdahalesine uğramıştı.

L. Gülden Treske

Gelecek hafta 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Uluslararası Dayanışma Günü. Ülke gündeminde tartışılan ise kadına yönelik şiddetin en çok görüldüğü kurum olan ‘aile’! Güçlü aile! Anayasa’da nasıl yer alsın? Var olan yasaya göre “eşler arasında eşitliğe dayalı” olarak mı, yeni öneriyle “erkek-kadın” olarak mı? Ne yazık ki devlet katında ‘kadın’ sadece ‘aile’ ile birlikte anılmakta. Öyle her kadın da değil; ‘kocalı’ kadın, ‘anne’ kadın ve en az üç çocuklu kadın! Fıtratımız belirlenmiştir, sosyal medya trollerinin sık sık dedikleri gibi de herkes haddini bilecektir. Ayrıca, ataerkilliğin şahı Japonya’nın bile olur dediği şekilde, iki kadın veya iki erkek “Biz bir aileyiz” diye ortaya çıkamayacaktır.


Daha yeni televizyonlarda izledik, doktorasını yapmakta olan bir kadın desteklenip, takdir edilmek yerine “Kaç çocuk var... Esas kariyer çocuktur” anlamında bir sorgulamaya maruz kaldı. Acaba o an hayalleri olan, meslek, kariyer sahibi olmak isteyen kız çocukları, hem evde, hem işte, yüksek eğitimde canla başla çalışan kadınlar, çocuğu olmayan, çocuk yapmamış ya da evlenmemiş kadınlar ne düşündü?
Bir erkeğe, bırak kariyeri, “Esas kariyer çocuk” denilebilir miydi?

2003 yılında “Haydi kızlar okula!” diye çok güzel bir kampanya vardı. Aynı iktidar tarafından önce 53 ilde daha sonra tüm yurtta başlatılmış ve çok da destek görmüştü. Eğitim sistemi dışında kalan 6-14 yaş arası kız çocuklarının tekrar eğitim sitemine katılması amacını taşıyordu. Demek ki ‘okul’dan kastedilen sadece ilk eğitimdi!

Kadın evreni ile erkek evreni arasında her türlü benzeşme ve yakınlaşmanın tehlikeli görüldüğü, araya uçurumların girdiği, kadına ve farklılıklara karşı şiddetin tavan yaptığı bir iklimde yaşıyoruz. Toksik erkekliğin ve eril dilin siyasette de canlı tutulup, sokağı, okulları, evleri sardığı bir ortamda, nasıl sağlıklı bir birey ve aileden bahsedilebilir ki!

BirGün yazarlarından Tuğçe M. Dizici 12 Kasım tarihli yazısında, 33. Ankara Film Festivali filmlerinde dikkat çeken bir tespit yapıyor. Festival’in ödüllü filmlerinden; Emin Alper’in Kurak Günler, Özcan Alper’in Karanlık Gece ve Selcen Ergun’un Kar ve Ayı filmlerinin üçü de Dizici’ye göre “benzer kabusları anlatıyor”. Ortak özellikleri “doğaya, hayvana, vicdana, hukuka, kadına, akla, bilime karşı” olmaları ve “siyaseten diri tutulan hatta bilinçli olarak beslenen” avcı, alfa erkek karakterler. Dizici “hepimizin aynı kabusu görüp aynı karabasanın içinde” olduğumuzu söylüyor.

İçine doğduğumuz cinsiyetin ve toplumun bu cinsiyete yüklediği rollere mahkum değiliz!

Aslında ‘aile’ adı altında konuşulan esas meselenin, içine doğduğumuz cinsiyete yüklenen toplumsal rollere karşı çıkan kadın ve erkekleri ‘aile’ dışına atmak, reddetmek, görünmez kılmak olduğunu biliyoruz. Oysa Dünya Sağlık Örgütü; ‘elâlem’ yoluyla bize aktarılan bu “toplumsal cinsiyet rollerinin tanımladığı rol, sorumluluk, statü ve güç kavramları erkek ve kadınları fiziksel ve ruhsal olarak” (2006) etkilediğini söylüyor.

Uçan Süpürge Vakfı, 13 Kasım günü Dr. Şule Çağlar ile birlikte ‘El’ Alemden ‘Ben’ Aleme Geçiş isimli bir atölye çalışması düzenledi. Çalışma, tam da bu konular ekseninde, kadının psikososyal güçlendirilmesi amaçlıydı. Şule Çağlar; Psikolojik Danışma ve Rehberlik alanında yaptığı doktora sonrası çalışmalarını Londra’da Kadın Hakları ve Feminist Psikoterapi alanında yaptıktan sonra, uzun yıllar Birleşmiş Milletler bünyesinde dünyanın dört bir yanında yürütülen projelerde çalışmış. Bu atölye çalışmasında da; pembe ve mavi battaniyeler ile başlayan ‘kadın’ ve ‘erkek’ olma ‘kariyerimize’ baktık. Kadınlar daha küçücükten eve geldiği saatten eteğinin boyuna kadar sürekli uyarılıyor; itaatkar, fedakar, merhametli, verici, destekleyici vb. olmaları gibi tembihler ile büyüyor. Zamanla bu kısıtlamalar ‘normalimiz’ haline geliyor ve tüm bu yüklerle yaşamayı ve susmayı öğreniyoruz. Kadın; başkalarını mutlu etmeye çalışırken benliğini, sesini, arzu ve yeteneklerini, bedeni ile bağını kaybediyor. Kendini ikinci plana atıyor, olumsuz duyguları bastırıyor, kendini susturuyor! Çağlar Hoca çalışmada “içime attım” deyişini nedense hep biz kadınların kullandığını fark ettiriyor ve tabii ki bu içe atılanları boşaltmak gerekiyor. Evde, işte, sokakta söylemeyip ‘içimize attıklarımız’ bize ağrı, depresyon, mutsuzluk olarak geri dönüyor. Çalışmada, kimi zaman dansla, kimi zaman hoplaya zıplaya müzikle, ya da kendi resimlerimizi çizerek dışa vurumcu çeşitli yöntemler bir arada kullanılıyor. Uymamızın beklendiği bu ‘ideal kadın’ rollerinde bize uymayanları fark etmemiz, derinlere gömdüklerimizi çıkarıp kendimize özgü, bizi biz yapan özelliklerimizi keşfetmemiz için bir adım atmayı sağlıyor. ‘Kendimiz’ olmak için, önce kendi sesimizi duymayı, kendimizi beslemeyi, sevmeyi ve güvenmeyi gösteriyor. Bizi olduğumuz gibi kabullenmeyen, kalıplara sokmak isteyen her türlü engelle baş etme gücü ve cesareti için adım atmaya yüreklendiriyor.
Bu bağlamda Adana Altın Koza’da Halk Ödülü kazanan, Antalya ve Ankara film festivallerinde de izleyici ile buluşan Çiğdem Sezgin’in Suna filmindeki karakterinin ‘kendi kalabilmek’ mücadelesini de izlemek gerekiyor.

Farklı bir aile tasavvuru mümkün aslında: Mutlu aile

Aile; bireylerinin özgürce kendi potansiyeline göre serpilip gelişmesine imkan tanıyan, karşılıklı sevgi, saygı, şefkat ve maddi-manevi dayanışma üzerine kurulmuş bir birlikteliktir. Kan bağı ile, hukuk bağı ile olabilir ya da Almodovar filmlerindeki gibi hiç bir formel bağı olmayıp seçilmiş bir aile de olabilir. Önemli olan o birliktelikte bir yeriniz, hakkınız ve sözünüz olduğunu, kimseye bir şey borçlu olmadığınızı bilmenizdir.

Her bireyin hayatında ailesi ya da aile gibi hissettiği birilerinin olması çok değerlidir ama kutsal filan değildir. Ayrıca üçüncü sayfa şiddet haberlerinin çoğunda da olay yeri ‘aile’dir! Medine’yi canlı canlı bahçeye gömen de ailesiydi. Suçu telefonla konuşmaktı.

2013 yılında yönetmenliğini Can Candan’ın üstlendiği Benim Çocuğum adlı bir belgesel yapıldı. Belgeselde çocukları LBGT+ olan bir grup anne-babanın hikayesi anlatılıyor. Evet hiç sakınmadan, nefret dilinizle ezdiğiniz, hedef gösterdiğiniz o gençlerin, çocukların anne baba ve yakınları, sevenleri var. Homofobik bir toplumda ebeveyn olmanın zorluklarını baş etmenin yollarını paylaşıyorlar. ‘Aile’ olmanın neler gerektirdiğini yeniden nasıl öğrendiklerini anlatıyorlar.

Başka Bir Aile Anlayışı Mümkün mü konulu yine 2013 yılında düzenlenen bir sempozyumda LBGT+ annesi olan Sema Yakar bir söyleşide şöyle diyor: “Ben çocuğu üzerinden de kendini çok sorgulayan bir anne oldum. Bir baktım ki o güne kadar hiç kendim olamamışım; çünkü benim çocuğum on altı-on yedi yaşında ‘Ben kimim?’ diye sormuş kendine. O yıllarda ben kırk üç yaşındaydım ve böyle bir soruyu hiç sormamıştım, aklıma bile gelmemişti. Her şey o kadar normal ve doğal gibi geliyordu ki bana...”

Gençlerden öğreneceğimiz çok şey var.

Elâlemsiz, şiddetsiz 25 Kasımlara gerek olmayacak günlere...