“Sinemacılarımız nihayet vicdan, erdem ve onur üzerine söz söylemeye başladı.”

“Türkiye’de artık şöyle bir ikilem var: Vicdanlılar ve Vicdansızlar”

Ekin Akyaz

Sinema, tiyatro ve dizilerin yanı sıra yaptığı müzik çalışmaları ile de dikkat çeken Ali Seçkiner Alıcı ile Ankara Film Festival’inde rol aldığı filmlerin sergilenmesinin ardından; Türkiye Sineması’ndaki güncel yaklaşımlar, tiyatroların durumu, sanat-iktidar-hegemonya ilişkisi ve kendisini besleyen kültürel öğelere kadar pek çok başlığın yer aldığı keyifli bir sohbet gerçekleştirdik… Alıcı, “Türkiye’de artık şöyle bir ikilem var: Vicdanlılar ve vicdansızlar, onurlular ve onursuzlar. Bence artık çatışma böyle bir yere geldi. Yani bu ülkede yaşayan halkların tümü için geçerli. Dil, din, politik duruş, siyasal tercih, cinsel yönelim bunların hepsini bir kenara bırakıyorum. Artık bence kavga, düşünsel anlamdaki çatışma bunun üzeredir. Vicdanlılar, vicdansızlar… Sinemacılarımız nihayet bu yıl izlediğimiz filmlerde vicdan, erdem ve onur üzerine söz söylemeye başladılar” diyor.

► Sizi bu yıl henüz kendisine festivallerde yer bulabilen 4 farklı filmde izleme şansı bulduk. Onlarla başlayalım…

Bu 4 film pandemiden önce çekildi farklı zamanlarda. Birisi Sabırsızlık Zamanı bir Aydın Orak filmi, Diyarbakır’da Sur dibinde çektik onu 2019’da. Bir imece, bir dayanışma işiydi. O açıdan çok önemserim ben. Aydın’ın ilk kurmaca draması. Etkileyici bir sınıfsal hikayesi ve çatışması var. Anadolu’nun kürt coğrafyasında, iki tane çocuğun yetişkinler tarafından hatta sermaye tarafından sınırlandırılmış hayatlarının nasıl çocukça aşılmak istediği anlatan bir film. Bir sürü arkadaşımızın gönüllülük esasıyla çalıştığı, 15 günde çekilen bir filmdi. Kamerayı kiralayan firma bile kira almadı. Diyarbakır’da bizi oradaki yerel unsurlar çok güzel ağırladılar.İkincisi Sardunya; birÇağıl Bocutfilmi senaristi de aynı zamanda. Onu da 2018’de Urla’da çektik. Fakat pandemi geldi başımıza. Diğer filmlere de aynı şey oldu zaten. Öbürü Selman Nacar filmi; İki Şafak Arasında… Bir de Tayfun Pirselimoğlu’nun Kerr filmi. O Tayfun abinin aynı isimdeki romanı. Pirselimoğlu aynı anda çok sıkı bir edebiyatçı hatta bana sorsanız ben edebi kişiliğini sanki bir tık yukarda tutuyorum. Kendine mahsus bir sinema dili vardır.

► Son dönemde sinemamızdaki dil nasıl geliyor size? Siz daha çok festival filmlerinde yer alıyorsunuz. Buraya dönük bir tür kasaba hikayesine, aileyle ilgili çatışmalara sıkışma eleştirileri oluyor. Siz dilini yeterince politik buluyor musunuz yeni/son dönem Türkiye Sineması’nın?

Bağımsız sinema tanımını kullanan var, yabancılar arthouse sinema diyor. Bizde festival filmi kategorisi de deniyor. Sanat filmi demeyi tercih edenler de var. Ben festival sineması filmini daha çok benimsiyorum; gişeye çekilen işlerde de sanatsal bir sürü öğe olabilir. Sanat sadece bunların vazifesidir, onlara mahsustur olarak anlaşılmasın diye. Biliyorsunuz bu filmler festivalleri dolaşmadan televizyonlarda ya da gişelerde gösterilemiyor. Ben açıkça söyleyeyim Nuri Bilge Ceylan sinemasına son dönemde bir öykünmecilik sezinliyorum. Bu kötü bir şey değil. Orada bence şöyle bir sorun var; sinemacının tahayyülündeki şey bizim gerçekliğimiz değil. O gün taşrada bir yerde kentten kopmuş gitmiş gayet entelektüel ekonomik olarak bağları olan ve kendini yalnızlığa vurmuş insanlar var ama bu ülkenin tüm gerçekliği değil. Şehirlerimiz, kentlerimiz var. Kentleşmemiş kentlerimiz var, bunların gettoları var. Küçük burjuvanın ya da yoksulların dertleri var. Yani dram ya da drama dediğimiz şey için milyonlarca malzeme var hayatta her daim, her ulusta her coğrafyada. Bu öykünmecilik buraya itmiş olabilir sinemacıları. Ben şaka yollu bağımsızdaki arkadaşlarıma şu espriyi yapıyorum; “Yahu yazın Bodrum’da gün ışığında, sıcakta da bağımsız sinema filmi çekilebilir...” Yani çünkü illa kasabada köyde kırda karanlık gri depresif falan olmak zorunda değil. Bunun bir dönem olduğu düşüncesindeyim. Bir şey daha var senin sorunun içerisinde beni bağlayan ben biraz cesaretsiz de buluyorum. Evet, çünkü bireyin hikayesini anlatmak biraz da kabuğunda kalmak…

turkiye-de-artik-soyle-bir-ikilem-var-vicdanlilar-ve-vicdansizlar-951567-1.

Karşı devrim süreci bizi bugünlere getirdi…

1950’lerle beraber Türkiye’de başlayan karşı devrim süreci ve onun meyvelerini yiyen bir tayfa var. Kişileri değişse de figürleri değişse de karşı devrimci sürecin bizi nereye getirdiği belli. İki ileri bir geri işte… Son yıllarda sanıyorum bir ileri dört geriye yani mehteranı da aratacak bir dönem yaşadığımız söylenebilir. Toplumsal yaşam alanlarımızın değerli başlıklarında; eğitimde, kadınlarla ilgili bilim kültür sanat meselelerinde, hakça paylaşımda ve daha pek çok konuda… O nedenle Emin Alper’in Altın Portakal’da yaptığı konuşmanın yeri geliyor. Çok çok önemli bir konuşma. Ben de sayfalarımda paylaştım. Suçun giderek alenileştiği ve vicdanların her gün susturulmaya çalışıldığı, köreltildiği bir atmosferde olunduğunu kaydeden Alper, “Umarız bu kıpırdanış, bugün suskunluğa zorlanmış, sesi kısılmış vicdanlarımızın bir gün gürleyerek geri döneceğinin habercisi olur” dedi… Evet Türkiye’de artık öyle bir ikilem var. Vicdanlılar ve vicdansızlar, onurlular ve onursuzlar. Bence artık çatışma böyle bir yere geldi. Yani bu ülkede yaşayan halkların tümü için geçerli. Dil din politik duruş siyasal tercih cinsel yönelim bunların hepsini bir kenara bırakıyorum. Artık bence kavga düşünsel anlamdaki çatışma bunun üzerinedir. Vicdanlılar, vicdansızlar… Sinemacılarımız nihayet bu yıl izlediğimiz filmlerde vicdan, erdem ve onur üzerine söz söylemeye başladılar. Albert Camus’nün bir bildirisi vardır sanatçı ve çağı diye. Bilgi yayınevinin kültür sanat serisinin 1 numaralı yayınıdır. Orada Camus sanat ve sanatçı üzerine şöyle bir şey söylüyor. Kimdir bunlar? Nedir? Yaşadığı çağın dertlerine söz söyleyen ama söylediği söz yüz yıl sonra geçerli olan insana sanatçı. Yaptığı şeye de sanat diyoruz. Bizim sinemacılarımızın da bunu söylemeye başlamış olmaları sevindirici. Tabii ki anaakım medyaya, sinemasına bunu söylemek olası değil.

► Başta AST olmak üzere, tiyatroya büyük emekler verdiniz. Oradaki serüveniniz nasıl devam ediyor?

Tiyatro’daki maceram bilindiği üzere Ankara Sanat Tiyatrosu. Ayrıca akademi AST diye bir şeyin kurulmasına sebep oldum ve ayrılana kadar da bunun yöneticiliğini yaptım. Eğitmenliğini de yaptım. Türlü kategorilerde türlü yaş gruplarına eğitim veriyorduk. Keza aynı anda tiyatronun müzik yönetmeniydim. Harika müzikler yazdık. Ben ayrılırken arkadaşlarıma ilk gün davet ettikleri güne teşekkür ederek ayrıldım. Şairin dediği gibi ayrılıklar da aşka dair. Güzel bir maceraydı ve teşekkür ederim davet için. Şu anda İstanbul’da bir tiyatronun parçasıyım Cihangir Atölye Sahnesi’nin. Ancak oyuncu olarak değil. Orası Arzu Gamze Kılınç ve Muhammed Uzuner’in çok değerli bir girişimi. Ben de onun ilk profesyonel oyununun müziğini yazdım. Çok mutluyum. Bu son 4 yılda bir tane de olsa oyun müziği yazdığım için. Olanak oldukça oradan da kopmak istemiyorum çünkü. Orada aynı anda öğretmen olarak derslere giriyorum konservatuar programında. Farklı program başlıklarımız var orada da ancak ben sadece konservatuar da derse giriyorum ses eğitmeni olarak. O da kök meslek.

► Pandemide özel olarak sanatçılar, müzisyenler oldukça zor günler geçirdi. Tiyatrolarda durum neydi?

Pandemide hepimiz gördük, yüzü aşkın sayıda müzisyen intihar etti. Çalgılarını sattı. 3 aylığına biner lira verilen destekten kimse bahsetmesin. Densizlik etmesinler. Tiyatrolarda da durum farklı değildi. Devletin gücünün buraya yansımasını göremedik. İnsanlar tiyatrolarını kapattılar. Kalan tiyatrolar da eski hayatımıza dönersek sadece 2,5-3 sene açığını kapatacak bu arada yeni masraflarını da karşılayacak. Özellikle sivil alanda alternatif sanat üreten arkadaşlarımız çok ciddi sorunlar yaşadı. Devletin bir sanat, şehir planı, ekonomi, eğitim anlayışı olur. Hükümetler bu temel üzerinden bir şeyler değiştirir. Bizde ise öyle bir şey yok. Hükümetler değişince sistemi de değiştiriyor. 20 yıldır tek başına iktidar olan bir hükümet var örneğin. 7-8 Eğitim bakanı değişti. Her gelenle de sistem değişti. Aynı durum sanatta da geçerli… Repertuvarlar değişiyor, kadrolar değişiyor, kurumsallık yok. Her gelenle değişen bir sistem var. Bu ülkede özgünlük, ulusallık sorunu da var. Bir ulusal operadan bahsedemiyoruz. Projelendirilmiş fakat kalmıştır. Ulusal klasik müzikten kısmen bahsedebiliyoruz, Türk beşlileri cumhuriyet ile başlayan bir örnek. Ulusal tiyatrodan da kısmen bahsedebiliyoruz. Fakat bir çocuk laboratuvarı yok devlet tiyatrolarının, deneysel laboratuvarı yok. Öncü ve yeni tiyatro derdi yok. Gençlik stüdyosu yok. İzlediğimiz şeyler edebiyat uyarlaması. Öncü, yeni, sanatsal anlamda anarşist, öneren bir şey göremiyoruz. Batılaşma, aydınlanma geçmişimiz de zayıf. Ben Kemalist değilim ama Atatürk’ü çokça devrimci görürüm. Metin Altıok söyler; “Osmanlı 7 cihana gitti, Anadolu’ya hiç gelmedi” der. Anadolu’ya hiç gelmemiş 700 yıllık bir saltanatın kalıntılarıyla bir şey yapmış bir kişinin dehasından bahsediyoruz. Fakat halkı bütünüyle etkileyen bir aydınlanma hareketinden bahsedemiyoruz. Biraz da o yüzden bu haldeyiz. Bir de gittikçe kim olduğun değil nasıl göründüğünün önemli olduğu bir çağı yaşıyoruz. Sistem kendini defaatle yeniliyor, pek çok kriz yaşıyor ama yine kendisini öneriyor. Ekonomik kriz oluyor ama kapitalizm yine tüket diyor. Biz de bundan azade değiliz.

► Son olarak büyük tutkunuz olan müzik çalışmalarınızdan bahsedelim mi?

Müzik kısmı biraz durdu. Yaklaşık 5 yıl önce söz yazıyorum, beste yapıyorum ama neden kendime yapmıyorum dedim. Müzik aşkı için hem kendi yazdığım hem de edebiyattan uyarlanan bestelerden oluşan 13 şarkılık bir albüm çalışması için kolları sıvadım. Aziz Nesin’den, Bedri Rahmi’ye, Kaygusuz Abdal’dan Metin Altıok’a kadar bestelemiştik. Fakat son halini iş yoğunluğu nedeniyle veremedim. Onu tamamlamam gerekiyor. Müzik açısından da son dönemde yeni üretilen bir şey göremiyoruz. Bu biraz edebiyat üretiminin, söz yazarlığının da azalmasıyla ilgili. Şiir azaldı. Dolayısıyla dönüp dönüp eski şarkıların cover’larını dinler olduk. Bazı türler için o edebiyatın türü de bitti. Örneğin Divan Edebiyatı tükenince TSM’de yeni bir şeylerden bahsedemez oldunuz. Halk edebiyatı belli oranda devam ediyor. Popüler kültürün ise zamanla böyle bir derdi bile kalmadı. Popüler alanın içerisinde RAP müzik bunların dışında tutulabilir, orada da söz yazımına devam ediliyor.