Türkiye’de sinemamızın en önemli festivallerinden birisi konumundaki Antalya Altın Portakal Film Festivali devam ediyor. ‘Öze Dönüş’ temasıyla gerçekleştirilen festivalde Yıldırım Önal Anı Ödülü Can Kolukısa’nın oldu. Kolukısa, halkın, festivaline ve şehrine sahip çıktığı görüşünde.

Türkiye’de bir ateş yakıldı

ÖYKÜ ÖZFIRAT

Bu yıl 56.’sı düzenlenen Antalya Altın Portakal Film Festivali, ‘Öze Dönüş’ temasıyla devam ediyor. Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği’nin (ÇASOD) sinema ve tiyatroda müşterek başarı gösteren bir oyuncuya sunduğu ama iki yıl önce geri çektiği Yıldırım Önal Anı Ödülü’nün iki yıl sonraki ilk sahibi Can Kolukısa oldu. Ödülün ardından 1976’da Zeki Ökten’in ‘Kapıcılar Kralı’ filmiyle başlayan sinema serüveninde, ‘Züğürt Ağa’ (1984), ‘Asılacak Kadın’ (1985), ‘Sen Türkülerini Söyle’ (1986), ‘Selamsız Bandosu’ (1987), ‘Arabesk’ (1988), ‘Mavi Sürgün’ (1992) gibi televizyon dizilerinde de izlediğimiz Can Kolukısa ile konuştuk.

Aldığınız bu ödülün sizin için anlamı nedir?

Aslında çok farklı duygular var. Bu farklı duygular Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu siyasi ve psikolojik durumdan kaynaklanıyor. Şu anda büyük bir güç savaşı var. O güç savaşı Türk halkına karşı yapılıyor. Fakat bu savaşta halk direnmeye başladı. Bunun sonucunda da 8 büyük anakent belediyesi kazanıldı. Böyle olunca Antalya Altın Portakal Film Festivali’ni biz kendi direnişimizle geçen sene yaptırmadık, uluslararası festival olmaz, bu festival ulusal olacak dedik. Bu direncimizin karşılığında yapıldı. Buna rağmen bakan, bakan diyemeyeceğim ona, onlar çünkü bakan statüsü değil genel müdür gibi bir şey. O gelip konuşma yaptı. Çünkü Antalya Büyükşehir Belediyesi’ni kaybettiler. Sinemanın asıl emekçileri, çalışanları davet bile edilmiyordu. Bunun için de yeniden kazanılmış bir festivalde iki kelime etmek artı bir önem demek benim için.

Yaklaşık 65 senedir oyunculuk mesleğinin içerisindesiniz...

Bizler kapak oyuncuları değiliz. Kapaklarda seçilmiş oyuncularla Yeşilçam öyle senelerce geldi, iyi işler çıktı çıkmadı sorun değil. Ama biz tiyatroyla devam ettik uzun süre. Sinemaya direndik. Çünkü senede 400 film yapan bir sinemada çok önemli bir şey yapamazdık. Ama tiyatro öyle değildi. Tiyatroda edebiyat var, şiir var, dekor resim var. Her şey var. Orada sanatın tüm kolları katılmak zorunda. Sinemada öyle değil. Sinemada dublaj yapılıyor.

Geçmişte kurulan Sinematek’lerden yola çıkarsak, yeni nesil sinemacılara neler önerirsiniz?

Sinema bir üniversite eğitimi değildir, meslek eğitimidir. Bu meslek eğitimi için de bizzat sinemanın kendi unsurları da katılmalıdır. Türkiye’de en azından 5 farklı iklimdeki kentimizde Sinematekler kurulmalıdır. En iyi okul sinemateklerdir, meslek okullarıdır. Kamera arkası zaten özellikle meslek okullarıdır, oyunculuk da konservatuvarlardır. İsviçre’ye 100 Kürt mülteci gidiyor Irak’tan savaş döneminde. Bunların 13 bebeği var, İsviçre hükümeti o 100 kişiyi Lozan’a koyuyor, bebekler için Kürtçe tiyatro kuruyor. İnsanın eğitiminde çok büyük bir önemi vardır tiyatronun. Şimdi İsviçre gibi kapitalist bir ülke böyle yapıyorken, bizimkisi fantezidir. İstanbul’a 500 tiyatro grubu. Bunun yanlışı nereden geliyor. Her sene üniversiteler 10’ar tane 20’şer tane alsalar bile senede 500-600 mezun veriyor. Bu kadar mezun için Türkiye’de böyle bir sanayi yok. Yazarlarımız zaten kayboldu. Öykücümüz, şairimiz kalmadı.

Kendi geçmişinizde oynadığınız roller arasında sizin için yeri ayrı olan var mı?

Biz tabii tiyatrodan geldiğimiz için, tiyatro oyunculuğunda iyi kötü başarılı oldum sayılır. Ben öyle aman jön oynayayım falan değildim. Zaten tiyatroda “Başrol oynayayım” fikrine çok itibar etmezler. Ama bazılarında da vardır. Şehir ve devlet tiyatrolarında bazı oyuncular öyle bir hâkimiyet kurmuşlardır. Ben oynadıkça da oyunculuğumu geliştirmeye başladım. Önce yönetmenden kabul gördü sonra seyirciden. Seyircim oluştu.

'BİRGÜN BİZİM İÇİN ÖZEL BİR YERDE'

İçinde bulunduğumuz günleri Türkiye için genel hatlarıyla nasıl izliyorsunuz?

Bir ateş yakıldı Türkiye’de. Çok ağır, çok kötü bir dönemden geçiyoruz. Eğitim bitmiş, gazeteler görüyorsunuz aynı borazanı çalan bir güruh halindeler. Bütün kurumlar bir şekilde tasfiye ediliyor. Ve de en kötüsü, şehirlerin niteliğini değiştiriyorlar. Topluma hiç hak etmediği ağır yükler yüklüyorlar. Doğaya en ufak saygı kalmadı. Toplum yapısı olarak 40 sene öncesini bile arar haldeyiz. Bunun için bu büyükşehirlerin ele geçirilmesi bir zaferdir. Zaten öteki şehirlere baktığında ekonomileri çok kötü. BirGün bütün bu olguları direkt ortaya koyabilen tek gazete. Hiç taviz vermeden her satırında eleştirisini ve izlenmesi gereken yolu ortaya koyuyor. Başlıkları ders gibi... Tarih dersi, ekonomi dersi, demokrasi dersi verircesine başlıklar atıyor. Onun için de biz hakikaten o gazeteyi diğer gazetelerden farklı yere ayırıyoruz. Cumhuriyet gazetesini 60 senedir zaten alırız. Ama BirGün gerçekten çok ayrı bir yerde, çok özel bir yerde. Mizanpajından çizgisine kadar çok özenli bir gazete. Oradaki her yazıyı, hatta evde eşimle, oturuyoruz okuduktan sonra üzerine yorum yapıyoruz. Atladığımız bir şey var mı diye.