Cumhuriyet ve laiklik karşıtlarına gelince; Atatürk’e yabancılaşma gibi bir sorunları hiç olmadı, zira hep yabancıydılar. Hal böyleyken, iki taraf da ‘kurucu liderin’ hakiki kişiliğinden ziyade imgesel/hayali kişiliğini esas alarak siyaset yapmayı tercih etmekte; amiyane tabirle çuvallayıp durmaktalar

Türkiye’de bir ‘hayalet’ dolaşıyor

Beni terk ettiğinizde size geri döneceğim / Friedrich Nietzsche

I) Bir önceki yazıda kızımın, “Baba sen hangi türde yazıyorsun?” sorusuna, “Neyi ne amaçla yazdığımı az çok biliyorum ama türünden emin değilim” cevabını vermiştim. Cevabın ucu iki haftadır boşlukta salınıyordu. Öğrenci olan benmişim gibi takılıp kalmıştım.

Bir ebeveyn çocuğuyla yeniden büyürmüş. Özellikle ergenlik dönemi duygusal iniş-çıkışlarıyla ebeveynin (de) etkilendiği, eski çatışmalarını yeniden yaşayabildiği dönemmiş. ‘Ebeveynle çocuk arasındaki özel bağ ve o bağın taşıdığı çağrışımsal bilgiler geçmişe dönüşü tetikliyor olsa gerek’ diyelim, bu konuyu uzmanlarına bırakalım. Ancak, geçilen her konunun yeni bir konuya bağlandığını göz ardı etmeyelim. Düşüncede (ve eylemde) ‘süreklilik’, sonunda doğacak bilginin sağlamlığı açısından belirleyicidir çünkü.

Bilgiyi var etmenin yöntemlerinden biri olan ‘yazmak’ haliyle bilinç düzeyinde yapılır; düşüncede süreklilik sorunu da otomatikman hallolur. Buna rağmen -özellikle kurgu metinlerde- bilinçdışı bağlantılara sık rastlanır. Hatta ‘a konusuyla’ ‘b konusu’ yazarın isteği dışında bir araya gelip kendi kurgularını bile çatabilirler. Nihayetinde zihindeki her hareket ihtiyaçtan doğar; çalışan bir zihnin de her daim ihtiyaç duyduğu şey ‘bilgidir’.

Felsefe ve bilim, ‘insan ve evren’ hakkında türlü açıklama girişimlerinde bulunur. Edinilen bilgiler toplumla paylaşılır, paylaşılmalıdır. Özellikle beşeri bilimlerde gözlem ve deney yoluyla toplumdan alınan –zenginleştirilerek- topluma iade edilir. Kültür bu sayede var olur. Kısmen amaçlanan, kısmen de içgüdüsel olarak yönelinilen gerçek, bütünlüklü bir bakışa ulaşmaktır. Buna rağmen ulaşılan her bakış zamanla kendi içine çökme potansiyeli taşır. ‘Hakiki bilgi ve yaşam’ başka türlü kurulmaz çünkü. Heraklit’in 2500 yıl önce söylediği gibi; "Aynı suda iki kez yıkanılmaz; değişmeyen tek şey değişimin kendisidir."
‘Hakiki bilgi’ üretilip yenilenebilir. Bunu siz yapmazsanız bilginin dinamikleri yapar. Platon’un başını çektiği ‘idealistler’ doğuştan bilginin varlığını savunmuşlar ve değişmeden kaldığını iddia etmişler. Aristoteles’in başını çektiği ‘gerçekçiler’ ise bilginin tamamen deneylerle ve duyu organlarıyla elde edildiğini öne sürmüşler. Modern bilim, bilginin genetik aktarımından söz etmekle birlikte (sanki) Aristoteles’i doğrular niteliktedir. Hasılı, zihni ve duyuları açık tutmak ‘hakiki bilgiye’ ulaşmak için önemlidir.

Konu bilgi olunca Spinoza’ya müracaat etmeden olmaz. Platon ve Aristoteles’ten iki bin sene sonra yaşamış olan büyük düşünür, bilgiyi, hayali (imgesel), akli (entelektüel) ve hissi (sezgisel) olarak derecelendirir. ‘Hayali bilgi’ en alt seviyede olandır; duyuların yetersizliğinden belirlenir -karanlıkta bir ağacı deve benzetmek gibi. İnsandan insana farklılık gösteren bu bilgi türünün ‘hakiki bilgiyle’ ilişkisi ya yoktur, ya da çok zayıftır. ‘Akli bilgi’, adından da anlaşılacağı üzere aklın güdümünde oluşturulur; somut gözlemlere, deneylere ve deneyimlere dayanır, bu yüzden bilimlerin çıkış noktasıdır. Daha önemlisi -birileri tarafından manipüle edilmediği sürece- ortak bir gerçeklik algısına ve bütünlüklü bir ‘bakışa’ neden olur. Kant’ın ifadesiyle Aydınlanma’nın başladığı noktadır. Sezgisel bilgiye gelince; aslında felsefenin derin arzusudur, ancak, şimdilik bağlamımızın dışına düşmektedir.

Yazımızı Nietzsche’nin özdeyişlerinden biriyle açtık; ‘insan bilgisi’ hakkındaki düşüncesini paylaşarak kendisine borcumuzu ödeyelim. Büyük düşünüre göre insanların bilgi diye kabullendikleri şey –aslında- bir ‘sanıdan’ ibarettir. Zira bir yanda zihnin sınırlı yapısı, öte yanda ‘şeylerin’ sonsuz çeşitliliği insanın bütünlüklü bilgiye ulaşmasının önünde engeldir. Bu yüzden zihin, belirli inançları besler durur. Sözgelimi, bir devletin sonsuza kadar yaşayacağını, ya da bir dinin bütün insanlığın kurtarıcısı olduğunu sanmak gibi. Lakin, imge, hayal, sanı vb. bunlar çok yüzlüdürler; herkese farklı yüzlerini gösterebilirler. Bu yüzden bütünleştirici değil, ayrıştırıcı niteliklere sahiptirler. Laikliğin toplumsal yaşamın güvencesi olduğu, siyasetin ve eğitimin seküler zeminde yapılması gerekliliğinin esprisi budur.

Nietzsche’ye göre, sanılar toplamı da diyebileceğimiz hayali bilgiler çıtasını insanlığın aşması pek mümkün görünmüyor, en azından filozof bu konuda iyimser değil. Oysa hayali bilgiden kopmak ve seküler aklın bilgisine bağlanmak gelişen bir zihnin biricik yazgısıdır. Velhasıl meselenin ‘özü ve çözümü’ çocukluğa dayanmaktadır.

II) Dört-beş yaşlarındaydım. Doğduğum kasabanın Cumhuriyet Meydanı'ndaki üç metrelik Atatürk heykeline bakar, Atatürk’ün gerçekte o boyutlarda olduğunu zannederdim...

Heykelle aramdaki “mistik” ilişki ilkokula başlamamla yok oldu; Atatürk normal boyutlarına döndü. Ailemin adeta ‘ruhani’ bir lider olarak tanıttığı, ilkokulda da farklı şekilde anlatılmayan Atatürk’ün ‘insan’ Atatürk’e dönüşmesi ortaokula başlamama denk gelir.
Derken, eksiğiyle gediğiyle, katıldığım katılmadığım fikirleriyle, aldığı kararlarıyla, yaptıklarıyla yap(a)madıklarıyla ilişkimiz daha gerçekçi, daha makul bir boyut kazandı. Kendisine yüklenen anlamların, yapılan yakıştırmaların, yerinde eleştirilerin, yersiz değerlendirmelerin, haklı sitemlerin, haksız saldırıların zihnimde karşılık bulması ve benim bütün bunları harmanlayarak kendi yargılarıma varmamsa lisede oldu. Üniversiteye başladığımda, doğanın ve tarihin yasaları işlemeye devam etmiş, siyasal tercihim ‘sınıfsız topluma’ evrilmişti.

İlişkimizin katettiği aşamaları ve geldiğimiz noktayı bilseydi muhtemelen en çok Atatürk sevinirdi. Neysek öyle algılanmak isteriz; en sağlıklı, en yapıcı ilişki böyle kurulur çünkü. Bu tespit, hayatta olan/olmayan bütün liderler için geçerlidir –peygamberler ve kendilerini peygamber gibi hissedenler hariç. Onlar -varlık nedenlerine ters düştüğünden- kendileriyle doğal, yapıcı ilişki kurulmasını istemezler, bunun da imkânını kimseye vermezler. Tebalarıyla kurdukları ilişki biat ve irade teslimiyeti üzerinden yürür. Varlığın nefesinden ziyade yokluğun soluğundan beslenirler. Elle tutulanın, gözle görülenin bilgisini küçümserler; bu yüzden gerçeği hor görürler. Geleneğin ve (baskıcı) devletin yasaları onlar içindir, insanlığı ve yaşamı etkilemeye devam etmeleri de bundandır. Nietzsche, kendi ‘anti-peygamberini’, yani Zerdüşt’ü var ederek tepkisini dile getirmiştir. Zerdüşt, kendisine takipçiler aramaz; istediği tek şey ‘yol arkadaşlarıdır’. En büyük arzusuysa yol arkadaşları tarafından aşılmaktır. Ancak o zaman onlarla bütünleşeceğini söyler.

‘Atatürk ve Atatürkçülük’ meselesi iktidarın ‘taktik’ çıkışıyla son haftalarda hararetlendi. Yazılıyor, çiziliyor, konuşuluyor. İçlerinde işe yarar çözümlemeler olduğu gibi, eski tas eski hamam takılanlar da var.
turkiye-de-bir-hayalet-dolasiyor-391394-1.
Yazımızın bağlamıyla da ilişkili tezimiz şudur: 'Meselenin muhataplarıyla’ ‘meselenin kendisi’ arasında ‘hakiki bilgiye’ dayalı ilişki olmadığından, tartışma -daha ziyade- kurgu bir alanda cereyan ediyor. Birikimleri, eylemleri, sözleri ve hedefleri belli Atatürk yerine, sevenleri tarafından idealize edilmiş, sevmeyenlerininse mutlak biçimde olumsuzladığı, ‘yarı gerçek yarı hayali’ bir Atatürk ele alnıyor. Toplumsal bilincin düşüklüğüne ve ülkenin siyaset geleneğine bakıldığında aslında anlaşılabilir bir durum: İktidar olma ya da iktidarda kalma hedefiniz varsa, kurucu vasfı herkesçe kabul edilen Atatürk’e olumlu/olumsuz manada dokunmadan hedefinize ulaşmanız zordur. Ulaşırsınız ulaşmasına da, onun adı Devrim olur.

2002 senesine kadar memleketi “yönetenler” önce Kemalizm, ardından Atatürkçülük retoriklerini kullandılar. 2002’den beri memleketi yönetenlerse anti-Kemalizm ve anti-Atatürkçülük propagandasıyla iktidar oldular. Gelgelelim, başından beri olumsuzlukladıkları ‘kurucu lider’ gerçeğini taktik icabı da olsa olumlamak gibi bir ironi yaşıyorlar. %50+1’in basıncıyla yeni ironiler yaşamaları da muhtemel. Zamanında Nâzım’dan dizeler okuduklarını biliriz. Taktik söylemlerinden etkilenen sözde muhalifler çıkarsa da şaşırmamak lazım -ki iktidarın hedefinde zaten onlar var. Siyasetin hakiki bilgiler üzerinden yapılmadığı bir ülkede bunlar normaldir. Lakin, bırakın muasır medeniyet katına çıkmayı, insanlığın alt katlara ulaşmak bile hayaldir.
Atatürk, tarihin gerektirdiği değişimleri dönemin şartları çerçevesinde yapmaya çalışmış bir lider. ‘Cumhuriyet ve laiklik’, vesile olduğu yaşamsal kazanımlardan sadece ikisi. Ardından gelen kopukluk hakkında türlü nedenler öne sürülebilir. Ancak, Atatürk’ün izinden gidilmesi gerektiğini söyleyenlerin kendileri Atatürk’e yabancılaşmış haldeler. Bu da onların ironisi. Bir varlığın bilgisine sahip olmadan onu önemsediğinizi iddia edemezsiniz. Varlığın bilgisine sahip olmak için onu her yönüyle ele almanız, sorgulamanız gerekir. Aşmanız gerekiyorsa da aşarsınız. Nazım’ın dediği gibi; ‘Ben sadece ölen babamdan ileri, doğacak çocuğumdan geriyim’. Cumhuriyet ve laiklik karşıtlarına gelince; Atatürk’e yabancılaşma gibi bir sorunları hiç olmadı, zira hep yabancıydılar. Hal böyleyken, iki taraf da ‘kurucu liderin’ hakiki kişiliğinden ziyade imgesel/hayali kişiliğini esas alarak siyaset yapmayı tercih etmekte; amiyane tabirle çuvallayıp durmaktalar.

*
Kızımın düzyazı türleri hakkında verdiği bilgilere göre; bir yazarın, kesin hükümlere varmadan ve okuyucuyu ikna etme çabası gütmeden kaleme aldığı yazılara ‘deneme’ deniyor(muş). Ancak, yazarın okuyucuya bir şeyler bildiğini hissettirmesi ve içten olması şart. Aksi halde ‘yazar-okur’ etkileşiminin ve hakiki bilgiyi ortaklaşa var etmelerinin zemini ortadan kalkıyor.
Ona bu defa şöyle dedim: “Kızım sanırım ben deneme yazmaya çalışıyorum. En büyük arzum da bir gün bu yazdıklarımı yetersiz bulup eleştirmen."