1980 askeri darbesi sonrası yaşanan gelişmeler İslamcı hareket ve dolayısıyla cemaatler ve tarikatlar için bir milattır.

Türkiye’de cemaat ve tarikatlar

Mustafa Kemal Coşkun

İslamcılığa ilişkin değerlendirmelerde genellikle göz ardı edilen ancak onu anlayabilmek için mutlaka göz önünde tutulması gereken iki noktaya vurgu yaparak başlayalım.

Dinsel ya da teolojik bir inşa olmaktan ziyade İslamcılık, politik alanın ve toplumun nasıl düzenleneceğine ilişkin söyleyecek birçok şeye sahip olduğu düşüncesiyle ortaya çıkmıştır. Bu anlamda bir metne ve öze dönüş hareketi olarak değerlendirilebilse de bir kurtuluş ideolojisi olarak da düşünüldüğünde siyasal mücadelelerin ifadesinden başka bir şey değildir. Böyle olduğu müddetçe de özellikle Türkiye’de 1800’lü yılların son çeyreğinden günümüze kadar gelen süreçte farklı uğraklardan geçmiş ve kendisini milliyetçilik, muhafazakârlık, liberalizm ve hatta sivil toplumculuk ve ekonomik liberalizm olarak adlandırılabilecek, genel olarak dönemin egemen ideolojilerini yansıtan düşünce biçimleriyle eklemleyebilmiştir. Bu eklemlenmelerin temel nedeni, İslamcılığın arkasında yatan sınıf ve güç ilişkileridir. Dolayısıyla tarihsel ve toplumsal bir olgu olarak İslamcılık, siyasal mücadelelerin bir ifadesinden, tam da bu nedenle toplumsal sınıf ve güç ilişkilerinden başka bir şey değildir. Birinci nokta budur.

Ernest Gellner, İslam’ın en önemli özelliğinin yüksek/kitabi İslam ile halk İslam’ı arasındaki iç bölünme olduğuna dikkat çeker. Şerif Mardin de benzer ayrımı kullanarak Türkiye’de iki din bulunduğunu, bunlardan birincisinin Cumhuriyet sonrası devletin gayri resmi dini olan Sünni yüksek İslam, diğerinin ise Anadolu’da yerleşik ve daha çok gelenekle yoğrulmuş halk İslam’ı olduğunu iddia eder. Ne var ki özellikle 1940’lı yıllardan sonraki dönemlerde Türkiye’de dinin toplumsal yaşamdaki yerini anlamak açısından bu ikili ayrım yerine üçlü bir ayrım yapmak bana göre İslamcılığın sınıfsal dinamiklerini kavramak açısından önemlidir. Bu nedenle yüksek İslam ve halk İslam’ının yanına, devletin müdahale edemediği/etmediği ve örgütlü dini temsil eden cemaat ve tarikatların İslam’ını koymak gerekir kanımca. Dolayısıyla yüksek İslam, cemaat ve tarikatların İslam’ı ile halk İslam’ı olmak üzere üçlü bir ayrımdan yanayım. Cemaat ve tarikatların İslam’ı artık (Gellner ve Mardin’in içine yerleştirdiği) halk İslam’ı değildir, zira halk İslam’ı daha genel ve kitlesel, aynı zamanda gelenekle bütünleşmiş bir fenomenken cemaat ve tarikatların sunmuş olduğu İslam daha dar bir toplumsal tabana sahiptir, ancak hem İslamcılığı temsil etme hem de politik olarak etki etme gücüne sahiptir. Günümüzde bu taban, çoğunlukla esnaf, tüccar, küçük ve orta işletme sahibi ve ardından holding sahibi kapitalistler gibi bir sınıf bileşiminden oluşmaktadır. Bu da ikinci noktadır.

Bu çerçevede Türkiye’de siyasal İslam anlamında İslamcılık ve İslami hareketler, tam da bu sınıf bileşiminin bir ürünü olarak ortaya çıkar. Nitekim tarikat ve cemaatler küçük ya da orta ölçekli sermaye toplulukları olan karmaşık ve geniş ağlarla örgütlenmişler, ilerleyen dönemlerde bunların bir kısmı holdingleşmişlerdir.

Tam da bu nedenle siyasal İslam ve İslamcılık, içinde bulunduğu dönemin egemen ideolojileri ile eklemlenme ihtiyacı duymaktadır, zira arkasındaki sınıf bileşenlerinin çıkarları bunu gerektirmektedir. Dolayısıyla cemaatler ve tarikatların temsil ettiği İslamcıların, II. Meşrutiyet döneminde ilk başlarda kısmen Türkçülük ve daha sonra anayasacılıkla, Cumhuriyet’in ilk döneminde muhafazakârlıkla, DP iktidarı döneminde muhafazakâr bir liberalizmle, 60’lı ve 70’li yıllarda ulusal kalkınmacılık ve milliyetçilikle (dönemin MSP’sinin kalkınmacı ideolojisi örneğin), 80’li yıllarda neoliberalizmle ve AKP iktidarıyla birlikte önce sivil toplumculuk, muhafazakârlık ve ekonomik liberalizmle, daha sonra özellikle milliyetçilikle eklemlenebilme yeteneğinin arkasında bu sınıfsal ilişkiler ve o sınıfların maddi çıkar ve ihtiyaçları yatmaktadır. Ancak önemli bir nokta da şudur ki, yukarıda bahsettiğimiz türden bir sınıf bileşenine sahip olan cemaat ve tarikatlar aynı zamanda rıza üretme mekanizmalarıdır ve böylelikle de işçi ve emekçi sınıfların farklı katmanlarını ve kent yoksullarını kendi hegemonyası altında örgütleyebilmektedir.

1980 askeri darbesi sonrası yaşanan gelişmeler İslamcı hareket ve dolayısıyla cemaatler ve tarikatlar için bir milattır. En azından iki açıdan: İlki, 90’lı yıllardan sonra giderek yoğunlaşan ve AKP iktidarı ile doruğuna çıkan özelleştirmeler ve bunun yanında devletin bazı alanlardan (eğitim, sağlık vb.) giderek daha fazla çekilmesiyle bu alanların sermayenin değerlenme alanları olarak ortaya çıkmasıdır. Böylece zaten giderek holdingleşmiş cemaat ve tarikatlar bu alanlara da girebilme şansı elde etmiş, örneğin farklı kentlerde okullar, dershaneler, hastaneler vb. açabilmişlerdir. Aynı zamanda “sivil toplumculuk” ideolojisi, bir sosyal devletin yapması gerekenleri sivil topluma yüklemiş, cemaatler ve tarikatlar da “çoğulculuk” adına birer sivil toplum hareketi olarak görüldüğü için topluma nüfuz edebilmiştir. Bunun en önemli sonuçlarından biri, cemaat ve tarikatların bir yoksullara yardım kuruluşu gibi çalışabilmesi, devletin yapmadığı yerlere öğrenci yurtları açabilmesi vb. olmuştur. Yani başta kent yoksulları olmak üzere işçi ve emekçilerin önemli bir kısmı bu cemaat ve tarikatların insafına bırakılmıştır. İkinci olarak cemaat ve tarikatlar, 90’lı yıllardan sonra giderek daha fazla oranda devlet aygıtının en yaşamsal alanlarına yavaş yavaş girebilmişlerdir. Bunun en bileneni Gülen Cemaati’dir ve bu cemaatin tasfiyesi ile yerini başka cemaatlerin doldurduğuna ilişkin birtakım göstergeler vardır.

Buradan kurtulmanın yolu cemaat ve tarikatları basit bir biçimde yasaklamak olamaz. Zira bu durumda bu türden örgütlenmeleri yeniden yer altına itmek gibi bir durum ortaya çıkarabilir. Kimilerinin zannettiği gibi anne ve babalara telkinde bulunmak da değildir çözüm, zira onlar, çok normal olarak ekonomik ihtiyaçları her neyse ona göre davranmaktadır. Devlet karşılamıyorsa eğer bu ihtiyacı kim karşılıyorsa ona gideceklerdir ve şimdiki durumda bunun adı cemaat ve tarikatlardır. Ancak işçi ve emekçilerin, kent yoksullarının bu cemaat ve tarikatlara bağımlılıktan kurtarılması mümkündür ve bu da devletin yeniden bir sosyal devlet, yani özelleştirdiği her ne varsa yeniden kamulaştırması, sermayeye değerlenme alanı olarak açtığı ne varsa sosyal devletin görevi gereği olarak tekrar kendisinin yapması ile gerçekleşebilir. Bu durumda cemaat ve tarikatlar hem kamusal alandan hem ekonomik alandan hem de siyasal alandan çekilecek, çıkar ilişkileri çerçevesinde işlemeyecek ve dünyayla değil, sadece inandıkları ahiretle ilgileneceklerdir.