Başkanlık sistemi, emekçi sınıfların bu kötü durumunu düzeltmek için değil daha da derinleştirme amacını taşıyor. On yıllara yayılan süreçte emek üzerinde kurulan sınırsız sermaye tahakkümü başkanlık sistemi ile taçlandırılmak isteniyor

Türkiye’de Emekçi Sınıfların Durumu: Bir bilanço çıkarma denemesi

GENCER ÇAKIR

Türkiye’de 1970’lerin sonlarına doğru (1977’de), iç pazara dönük sermaye birikimi döngüsünde yaşanan tıkanmayla birlikte ağır bir kriz yaşandı. Bu kriz Türkiye’nin dünya ekonomisiyle bütünleşmesi ihtiyacını gündeme getirdi. Eski-tip birikim modeli ile sermayenin genişleyen ölçekte yeniden üretimi mümkün olamıyordu, çünkü iç pazarda belli bir doygunluğa ulaşılmıştı, eski-tip teknolojik donanım emek üretkenliği önünde ciddi bir engel teşkil ediyordu vs. Bu açıdan eski iktisat politikaları bir an önce terk edilmeliydi.

1960’lardan 1980’lere dek Türkiye’deki sermaye birikiminde nitel bir dönüşüm yaşanmış, iç pazar odaklı dayanıklı-dayanıksız tüketim mallarının üretiminden orta ve (kısmen) yüksek teknolojiye dayanan malların üretimine doğru bir gelişim yaşanmıştır. 24 Ocak Kararları, özünde, sermayedeki bu nitel değişime cevap verme; 12 Eylül ise bu nitel değişimin önünde “tehdit” oluşturan sendikal militanlığın bertaraf edilmesi amacını taşımaktaydı.

12 Eylül sonrası dönem, sermaye-emek-devlet üçlüsünün köklü bir biçimde yeniden yapılanmasını karakterize eden bir dönemdir. 1980 sonrası süreçte Türkiye kapitalizmi dünya ölçeğinde işleyen sermaye birikimine eklemlenme temelinde küresel rekabete dahil oldu. Türkiye kapitalizminin dünya ile eklemlenmesi, kurulu iktisadi altyapı üzerinden olmuş; yüksek teknolojide artan oranda atılım yapılmaksızın emekyoğun bir üretim örgütlenmesi temelinde dünya ile bütünleşme yaşanmıştır. Emek-yoğun üretim, teknolojik altyapı görece değişmeksizin var olan işgücünün olabildiğince düşük bir maliyet temelinde kullanılması ihtiyacını ortaya çıkarır.

Daha doğrusu “rekabetin zorlayıcı yasaları” (K. Marx, Kapital) bunu tekil sermayedara dayatır. Diğer taraftan işgücünü hem uzun bir süre hem de yoğun bir çalışma temposunda kullanmak ihtiyacı ortaya çıkar. Türkiye gibi kapitalist dünya ekonomisiyle eşitsiz bir bütünleşme yaşayan (geç kapitalist) ülkelerde artık değerin üretilmesi ve artırılması genellikle iş gününün uzatılması ve işçinin daha yoğun bir çalışma temposunda kullanılması üzerinden gerçekleşir. Artık değerin üretilmesinin bu biçimi Kapital’de “artık değerin mutlak üretimi” olarak tanımlanır. Elbette Türkiye kapitalizmi orta ve ileri teknoloji kullanmak suretiyle de artık değer miktarını yükseltmektedir; ancak hâkim biçim, artık değerin mutlak üretildiği biçimdir.

Aşağıda 1980’lerden günümüze değin sermaye-emek-devlet üçlüsünün sermayenin sınırsız tahakkümü altında yeniden yapılanmasının emek cephesi açısından doğurduğu sonuçları özetlemeye çalışıyoruz.

1980’ler ve 90’ların mirası Madde madde özetlemeye çalışalım:

1)
1980 sonrası süreçte Türkiye’de istihdam, sanayi sektöründen ziyade hizmetler sektöründe yoğunlaşmıştır. 1976-2005 döneminde sanayideki istihdam 2.05 milyondan 4.28 milyon’a çıkarken, hizmetlerdeki istihdam 4.23 milyon’dan 11.27 milyon’a çıktı.

2) 1988-2006 arası dönemde Türkiye’de küçük meta üreticilerinin sayısı azalırken emekçilerin sayısında artış yaşanmış, işçileşme yaygınlaşmıştır.

3) Türkiye’nin dünya kapitalizmine eklemlenmesi, üretimin teknolojik altyapısını geliştirmekten ziyade mevcut işgücünün yoğun ve ucuz kullanılması temelinde yaşanmıştır. Bu yapısal temel üzerinden 1980 sonrası süreçte emek piyasalarının kuralsız ve esnek hale getirilmesi; ücretlerin aşağıya çekilmesi süreci yaşandı.

4) 1980-88 arasında kamu emekçilerinin ortalama aylık kazançlarının satın alma gücündeki kayıp % 41.5 olarak gerçekleşirken, işçilerin satın alma gücünde % 28’lik bir erime yaşandı. 1980’li yıllar boyunca memur maaşlarında % 42, işçi ücretlerinde ise (kabaca) % 25 oranında erime yaşandı.

5) 1980’i takip eden yıllarda kapitalistler emeği baskılayarak bölüşüm mücadelesinde kazançlı çıkan kesim oldular. Örneğin 1960-80 arasındaki dönemde özel imalat sanayisinin kâr oranları ortalama % 26.5 iken, 1980-88 döneminde kâr oranlarının ortalaması % 34.3 olarak gerçekleşti.

6) 1980’lerin sonlarına doğru, işçi sınıfı, emek karşıtı politikalara cevaben Bahar Eylemleri ile tekrardan siyaset sahnesine adımını attı. Bu eylemler kamu emekçilerinin maaşlarında ve ücretlerde artışları mümkün kıldı.

Ancak 1989’u takip eden yıllarda kapitalistler, ücretlerdeki artışlara karşı işten çıkarmalar ile birlikte kayıt-dışı istihdamı yaygınlaştırmak suretiyle karşı saldırıya geçtiler. 1994 Krizi'yle durum hızla tersine dönmeye başladı.

Ücretlerin katma değer içindeki payı 4.6 puan geriledi, reel ücretlerde ise % 20’ye varan bir erime yaşandı.

7) 1980-2000 yılları arasında istihdam ve ücretlerdeki artış hızı üretkenlik ve üretim artış hızının gerisinde kaldı. Yani daha az işçi ve daha düşük bir ücret ile daha fazla üretim yapılmış oldu.

8) 1994 krizi kapitalistler tarafından bir yandan emekçilerin satın alma gücünün daraltılması diğer yandan enformal istihdamın genişletilmesi yoluyla aşılmaya çalışıldı. 1993 yılının son çeyreğindeki reel ücret endeksi 100.0 iken 1999’un son çeyreği itibariyle aynı endeks 80.9’a; birim ücret maliyeti endeksi ise 100.0’dan 78.0’a geriledi.

9) 1980’i takip eden süreçte, özellikle 2000 sonrasında, dolaylı ve dolaysız vergiler arasındaki “denge” bozulmuş, dolaysız vergilerin GSYH’ye oranı azalırken, çoğunlukla emekçilerin ödediği dolaylı vergiler GSYH içinde artış kaydetti. Devletin emek ve sermaye arasında izlediği vergi politikası, ücretlilerin sırtından sermayeye kaynak yaratılması anlamına gelir.

10) Türkiye’de 1984’te % 58.5 olan sendikalaşma oranı, takip eden yıllarda istikrarlı bir düşüş sonucunda 1999 yılı itibariyle % 18’e kadar geriledi. Emek-sermaye arasındaki bölüşüm mücadelesinde emeği dezavantajlı bırakan vahim bir “kan kaybı”dır bu.

11) 1980’den 2000’e uzanan süreçte, alınan her dört grev kararından sadece biri uygulanabilmiştir. 1995 yılı, en çok işçinin grevde olduğu yıldır; ancak ücretli emek sayısı ile karşılaştırıldığında, bu yılda toplam ücretli emeğin sadece % 2’si greve çıkmıştır. 1980’lerden 2000’lere uzanan süreçte grevlerin genel olarak ekonomi ve işletmeler üzerinde olumsuz bir etkide bulunduğunu söylemek çok zordur.

turkiye-de-emekci-siniflarin-durumu-bir-bilanco-cikarma-denemesi-253299-1.

AKP’li yıllar: Sınırsız sermaye tahakkümü derinleşirken… Madde madde özetlemeye çalışalım:

1) Türkiye’de 2000’li yıllar boyunca gerek ekonomideki hızlı büyüme gerekse ihracattaki artışlara karşın, istihdamın ekonomik büyümedeki eğilimin altında kalması ve yanı sıra işsizlikteki artış, bir yandan yedek işgücü ordusunun genişlemesi, diğer yandan istihdam edilen işçilerin daha düşük ücretlerde ve ortalamanın üzerinde uzun saatlerde çalışmaları sonucunu doğurmuştur.

2) 2015 yılı itibariyle Türkiye’de genel kayıtdışı istihdam oranı % 33.5’tir. Bu, istihdamın üçte birinin kayıtdışı olduğu anlamına gelir. Türkiye’de yaklaşık 3.5 milyon işçi kayıtdışı çalışmaktadır.

3) 2003-14 döneminde Türkiye’de iş kazası ve meslek hastalığı sonucunda ölen işçi sayısı 14 bin 587’dir. 2003 ve 2011 yıllarında Türkiye işçi ölümlerinde Avrupa birincisi olmuştur! Türkiye’de işçi ölümleri AB-15 ortalamasının 8.5 katıdır. AB-27 ortalamasının ise 6 katıdır.

4) Türkiye’de işsizliğin seyrini kabaca üç alt dönemde incelemek mümkündür. 1998-2001 döneminde işsizlik oranı ortalama % 6.88’dir. 2001 krizinden 2008 krizine kadarki dönem boyunca işsizlik oranı ortalama % 10.13; 2008 krizi sonrası dönemde ise bu oran ortalama % 12.92 olarak gerçekleşmiştir.

5) Türkiye toplumu giderek işçileşmektedir. 2009 yılı itibariyle toplam hanelerin % 61’i emekçi hanelerinden oluşmaktadır.

6) Türkiye’de taşeron çalışma 2002 yılından itibaren istikrarlı bir şekilde artmaktadır. Taşeron işçi sayısı 2002-2007 arasında % 200’lük bir artış kaydetmiştir! 2007-2011 arasında ise % 40’a yakın bir artış olmuştur.

7) Türkiye’de haftalık çalışma süresi 49.1 saat ile OECD ortalamasının (ki 36.7 saattir) üzerinde seyretmektedir. Ayrıca yaklaşık 6.5 milyon işçi haftada 50 saatin üzerinde çalışmaktadır.

8) Türkiye’de özel sektör ve kamuda çalışan emekçilerin reel ücretleri arasındaki farklar giderek kapanmaktadır. Benzer bir durum kayıtlı ve kayıtsız emekçiler için de geçerlidir. Şu halde, gerek kamu emekçiliği gerekse kayıtlı emekçi olma durumu, kazanılmış haklar yönünden, çalışanlar için bir anlam ifade etmemeye başlamıştır.

9) 2001 kriziyle birlikte emek üretkenliği ve reel ücret endeksi arasında muazzam bir fark oluşmuştur. 2009’un 3. Çeyreği itibariyle ücret endeksi 100 iken, emek üretkenliği endeksi 180 olarak gerçekleşmiştir. Bu iki endeks arasındaki farkın açılması, sömürünün arttığı anlamına gelir.

10) AKP’li yıllarda reel birim ücretlerde % 10 oranında bir erime yaşanmıştır. 1999 yılı temel alınırsa, 2012’ye dek reel ücretler % 40 oranında erimiştir.

11) Türkiye’de 1978-2015 döneminde ekonomi sabit fiyatlarla yaklaşık 4 kat ve kişi başına düşen milli gelir de 2.4 kat büyürken, aynı dönem boyunca asgari ücrette sadece % 17 oranında bir artış yaşanmıştır.

12) 2001 Krizi ile birlikte dolaylı-dolaysız vergi makası ayrışmaya başlamış; süreç içinde dolaysız vergiler aşağı yönlü bir gelişim izlerken, çoğunlukla emekçilerce ödenen dolaylı vergiler ters yönde hareket etmiştir. 2003 yılı itibariyle dolaysız vergiler GSYH’nin yaklaşık % 8’i kadardı, dolaylı vergilerde ise bu oran yaklaşık % 13 olarak gerçekleşmiştir. Dolaylı vergilerle, ücret geliriyle geçinen kesimlere daha fazla vergi yükü taşınmaktadır.

1988-2013 döneminde ücretli kesim kendi gelirlerine oranla iki kat vergi ödemiştir. Ve Türkiye’de emek kesimi, kamu bütçesi karşısında net vergi ödeyicisi konumundadır; faydalandığı kamu hizmet ve harcamalarını ise kendisi finanse etmektedir. Sonuç olarak denebilir ki, Türkiye’nin “vergi rekortmenleri” sanıldığı gibi büyük sermaye değil, emekçi sınıflardır!

13) 2003-2013 yılları arasında GSYH içinde hanehalkı borçlarının oranı % 3’ten % 24’lere sıçramıştır; % 700’lük bir artış oranı! Ücretlerin gerek emek-sermaye arasındaki bölüşüm yönünden gerek verimlilik-reel ücret makasının açılması yönünden ve gerekse de vergi yükü yönünden aşınmış olması, emekçilerin kendilerini yeniden-üretebilme döngülerini ciddi derecede işlemez duruma getirmiştir. Emekçi sınıfların dayanışma ağlarının zedelenmesi ve sermayenin örgütlü gücü karşısında her geçen gün gerilemeleri, kendi maddi varlıklarını yeniden üretebilmeleri için finansal sisteme giderek daha fazla bağlanmaları sonucunu doğurmuştur.

14) 12 Eylül sonrasında “çalışma yaşamı”nı düzenleyen yasal mevzuat, sendikaları çalışma yaşamının dışına itmekte, bu şekilde örgütlü işçi hareketinin temsiliyeti baltalanmakta ve sonuç olarak sendikalaşma gerilemektedir. 1988-2010 arasında Türkiye’de sendikalaşma oranı % 22’lerden % 6’lara gerilemiştir; yaklaşık % 73’lük bir kan kaybı. 2016 yılı itibariyle Türkiye’de resmi sendikalaşma oranı % 11.5, fiili sendikalaşma oranı ise % 9.7’dir.

15) Türkiye’de 2015 yılı itibariyle sigorta kapsamındaki toplam işçilerin sadece % 5’i toplu iş sözleşmesinden yararlanabilmektedir. 1984-2000 arası dönemde bu oranlar görece daha yüksekti; örneğin 1997 yılında % 16.6, 1993’te % 26.8, 1991’de % 30.2 ve 1987’de ise % 32’ydi.

16) 2000-2015 yılları arasında Türkiye’de 356 grev yaşanmış, 1989 işyeri greve katılmış, 111.562 işçi bu grevlerde yer almış ve grevde kaybolan işgünü sayısı ise kabaca 3 milyon 900 bin olarak gerçekleşmiştir. 1990’lı yıllarla karşılaştırıldığında bu sayılar oldukça yetersiz kalmaktadır. Örneğin sadece 1990 yılında 458 grev meydana gelmiş ve bu grevlere 166.306 işçi katılmıştır.

Sonuç
Başkanlık sistemi, emekçi sınıfların bu kötü durumunu düzeltmek için değil daha da derinleştirme amacını taşıyor. On yıllara yayılan süreçte emek üzerinde kurulan sınırsız sermaye tahakkümü başkanlık sistemi ile taçlandırılmak isteniyor. O halde buna güçlü bir biçimde #HAYIR denmelidir!