Türkiye’de rekabetçi otoriter rejim ve muhalefet sorunsalı
Seçmeni kutuplaştırmaktan kaçınmanın tek yolu, otoriterleşen iktidarın takip ettiği ve aslında seçmenlerin çoğunluğunun bile benimsemediği kimlik politikalarını sorgulamadan kabul etmek değildir
Berk Esen (Bilkent Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, Öğretim üyesi)
Ayasofya'nın geçen hafta yayınlanan bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle cami yapılarak ibadete açılmasına CHP Genel Merkezi’nin ülkede kutuplaşma yaratmama adına destek vermesi, otoriterleşen bir yönetime karşı en etkili muhalefet stratejisinin ne olduğu sorusunu gündeme getirdi. Bu aslında iktidarın muhafazakar politikaları karşısında muhalefetin geri adım attığı ilk örnek değil. CHP yönetimi, muhafazakar seçmenlerin kültürel hassasiyetlerini rencide etmemek ve toplumdaki kutuplaştırmayı azaltmak için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son yıllarda takip ettiği kimlik siyasetine sessiz kalmayı tercih etti. Türkiye'de eğitim politikası Cumhuriyet tarihinde görülmemiş oranda dini bir çizgiye girerken ve AKP-MHP koalisyonunun ürettiği milliyetçi-muhafazakar dil dış politikadan tarih yazımına kadar birçok alanda kamuoyunda baskın hale gelirken ana muhalefet partisi alternatif bir söylem geliştiremedi. Sadece 10 sene öncesinde sert laikçi bir çizgide politika yaptığı için eleştirilen CHP, bu dönemde toplum nezdinde laikliğe verilen desteğin hızla arttığı bir dönemde kendi seçmen tabanının bile gerisinde kalan utangaç bir laiklik savunusu yapmakla yetindi.
Benzer bir durumun sağ kesimdeki muhalefet partileri açısından geçerli olduğu görülüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a seçim meydanlarında kendilerine karşı kullanabileceği bir koz vermeme umuduyla muhalefet partileri, ekonomik sorunlar dışındaki konularda AKP-MHP bloğunun aldığı acele ve hamasi kararlara tepki göstermekten çekinir hale geldiler. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dönemsel çıkışları karşısında muhalefetin durumu rakip oyuncudan çalım yememek için adeta kalesini boş bırakmayı tercih eden bir futbolcudan farklı değil. Halbuki, muhalefet partilerini geniş bir siyasi alanı iktidar bloğuna terk ederek, AKP’nin bozulan ekonomik tablo nedeniyle seçim kaybedeceği günü beklemeye zorluyor. Öte yandan, Cumhurbaşkanı Erdoğan 2018’de yürürlüğe giren Türk tipi başkanlık sisteminin tüm zaaflarına ragmen devlet mekanizmasının tepesinde, muhalefetin baskısını hisssetmeden neredeyse her konuda karar almaya, yeni politikalar belirlemeye ve bunları giderek zayıflayan bürokrasi aracılığıyla ülkede uygulamaya devam ediyor.
Türkiye’de Yükselen Rekabetçi Otoriterlik
CHP’nin diğer muhalefet partileriyle ortak hareket etmesini, iktidarın kutuplaştırıcı diline karşı ılımlı bir söylem benimsemesini ve geniş seçmen kitlelerine açılabilecek aday bulmasını doğru bir strateji olarak görenlerdenim. Fakat seçmeni kutuplaştırmaktan kaçınmanın tek yolu, otoriterleşen iktidarın takip ettiği ve aslında seçmenlerin çoğunluğunun bile benimsemediği kimlik politikalarını sorgulamadan kabul etmek değildir. Bu strateji güç zehirlenmesi yaşayan AKP-MHP iktidar bloğunu ılımlı bir çizgiye çekmek şöyle dursun, daha da fütursuz bir şekilde politika yapmaya ve muhalefeti de seçim kazanacağı güne kadar mütemadiyen geri çekilmeye mahkum bırakıyor. Çünkü Türkiye’de iktidar ile muhalefet arasında siyasi rekabet, özgür ve adil koşullarda gerçekleşmiyor. Devlet kurumlarında partizan hakimiyet kurmuş, özel ve kamu kaynaklarına fazlasıyla erişimi olan, sivil toplum, üniversiteler ve medyayı baskı ve denetimine alan bir iktidar karşısında muhalefetin bütünlükçü ve rasyonel bir oyun planının olması gerekiyor. Önümüzdeki hafta Ankara’da toplanacak CHP Kurultayı, ana muhalefet partisine olası erken seçimde kadrolarını seçmenin yanında bu seçimde muhalefet bloğunun başat partisi olarak böyle bir siyasi programı belirleme fırsatı veriyor.
Türkiye, AKP hükümeti idaresinde siyaset bilimcilerin rekabetçi otoriter olarak tanımladıkları bir siyasi rejime evrildi. Bu rejim tipinde güçlü otoriter sistemlerden farklı olarak muhalefet partilerinin seçim kampanyalarına iştirak etmelerine ve hatta düşük bir ihtimal bile olsa bazı seçimleri kazanmalarına imkan vardır. İktidara gelmenin tek meşru yolunun seçim kazanmak olduğu bu rejim tipinde hükümet, tüm meşruiyetini sandıktan aldığı için muhalefet partileriyle arasında özellikle seçim dönemlerinde asgari ölçüde rekabet ortamının oluşmasına izin verirler. Fakat bu rekabetin kural ve sınırları Türkiye örneğinden görüldüğü üzere hükümet tarafından belirlendiği için iktidar, muhalefet partilerine nazaran haksız avantajlara sahiptir. Kamu ve özel kaynaklara olan eşitsiz erişim ve muhalefetin baskı politikasıyla sindirilmesi nedeniyle bu ülkelerde iktidar ile muhalefet partileri arasında eşit koşullarda rekabet imkanı yoktur ve dolayısıyla adil ve özgür bir seçim yapma ihtimali de ortadan kalkmıştır.
2010 referandumu sonrasında yargının iktidar güdümüne girmesiyle birlikte, AKP hükümeti denge ve denetleme kurumlarını işlevsiz hale getirerek devlet bürokrasisini geçirmiş ve kamu kaynaklarını partizan şekilde kendi tabanına dağıtmıştır. Öte yandan muhalif kesimler sistematik olarak dışlanmış; kaynak ve hizmet dağıtım sürecinin dışında bırakılarak cezalandırılmıştır. Ayrıca, AKP hükümeti muhalif aktörlerin medya ve sivil toplum alanlarında kendisini eleştirmesine giderek daha fazla kısıtlamalar getirerek, siyasetin oyun sahasını kendi lehine eşitsiz bir hale sokmuştur. Bu nedenle, Türkiye'de artık demokratik rejimin asgari koşulu olan adil ve özgür seçim yapmak bile mümkün değildir. Bu adaletsiz siyasi ortamda, CHP başta olmak üzere muhalefet partilerinin rekabetçi otoriter bir rejimde nasıl muhalefet yapılmalıdır sorusunu gündemlerine almaları elzemdir.
Yükselen Toplumsal Muhalefet Karşısında AKP İktidarı
AKP hükümetinin tüm baskılarına rağmen, Gezi protestolarından beri yükselen toplumsal muhalefet dalgası son yıllarda iktidar partisini sandıkta geriletmeyi başardı. AKP iktidarı, Haziran 2015 ve Haziran 2018 seçimlerinde Meclis çoğunluğunu yitirmiş; YSK’nın sandıklar kapandıktan sonra aldığı skandal mühürsüz oy kararı sonrası 2017 referandumunu ise ancak kılpayı kazanabilmiştir. Öte yandan, Erdoğan’ın Sünni Müslüman-laik ve Türk-Kürt milliyetçisi fay hatları üzerinden seçmeni kutuplaştırma ve muhalefet bloğunu bölme stratejisi 2019 yerel seçimlerinde açık bir şekilde iflas etti. AKP’nın bu seçimlerde aldığı ağır yenilgi, Türkiye’de seçmenlerin güçlü bir ekonomik programla desteklenmeyen ideolojik söylemlere ve kimlik politikalarına sıcak bakmadığını gösterdi.
Son yıllarda zayıflayan iktidarını korumak için Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın elinde muhalefete karşı kullanabileceği az seçenek var. Pandemi döneminde iyice sarsılan ekonomik durum nedeniyle iktidar partisinin makro-ekonomik dengeler ve sosyal yardımlar üstünden seçmen kazanma ihtimali çok büyük oranda azaldı. Yeni seçmen kazanmakta zorlanan Erdoğan, Devlet Bahçeli ile yaptığı ittifak aracılığıyla MHP seçmenlerini iktidar tabanına devşirerek sandıkta muhalefet karşısında ayakta kalma stratejisini uyguluyor. Fakat, bu yeni iktidar bloğunun koyu milliyetçi karakteri ve AKP sözcülerinin kullandıkları güvenlikleştirici dil muhalefet partilerini elit seviyesinde birlikte hareket etmeye yönlendirdirirken, AKP içinde ülkücü harekete muhalif kesimlerin partiden uzaklaşmalarına yolaçtı. Nitekim, iktidarın kutuplaştırma siyasetinin artık ters tepmeye başladığını CHP adaylarının hem Türk hem de Kürt seçmenlerin desteğiyle 2019 yerel seçiminde büyükşehirlerde belediye başkanlığını kazanmasıyla gördük. Ayrıca, MHP’nin iktidar bloğuna katılması eldeki kısıtlı kamu kaynaklarının yeni gruplara dağıtılmasını zorunlu kıldığı için AKP tabanında ciddi hoşnutsuzluklar ortaya çıktı. Tüm bunların üstüne, birçok büyükşehir belediyesinin muhalefetin eline geçmiş olması iktidarı destekçilerine dağıtabileceği çok önemli bir kaynaktan mahrum bıraktı.
Birçok büyükşehir belediyesindeki partizan kaynak akışını kaybeden iktidar, belediye başkanlarının yetkilerini kısıtlayarak ve gelir kaynaklarını merkezi yönetime bağlayarak iş yapmalarını engellemeye çalışabilir. Zaten, Türk seçmenlerinden gelecek cılız tepkiye güvenen iktidar şimdiye kadar elliye yakın HDP belediyesine kayyum atayarak milli iradeyi hiçe saydı. İktidarda kalmak için daha otoriter çizgiye kaymayı göze alan bir iktidar popülerliklerini arttırma durumunda CHP’li belediyelere karşı da bu silahı kullanmayı düşünebilir. Erdoğan’ın bir diğer taktiği HDP’ye karşı yürütülen baskı politikaları aracılığıyla Kürt siyasi hareketini zayıflatırken, bu anti-demokratik uygulamalara sessiz kalan muhalefet partileri ile HDP’yi birbirinden uzaklaştırmaktır. Erdoğan ayrıca Suriye ve Libya’da takip edilen sert ve aktif politikalar aracılığıyla milliyetçi seçmenlerin desteğini korumak suretiyle AKP-MHP ittifakını güçlendirmeye çalışıyor. Erdoğan’ın elindeki son koz ise Ayasofya Müzesinin tekrar cami yapılması gibi sadece kendi parti tabanının hoşuna gidebilecek ama ülkenin önemli sorunlarının hiçbirisini çözmeyecek konularla İslamcı hareketi birarada tutmak oldu.
Erdoğan rejiminin yaşadığı sistem krizi karşısında CHP'ye tarihi bir rol düşüyor. 2019 yerel seçimlerinde CHP'nin aldığı seçim başarısı partinin 12 Eylül’den beri kazandığı belki de en önemli fırsat olabilir. Fakat, yerel seçimlerde kazanılan bu başarı ve AKP’nin bölünmesi, kararsız seçmenin ülke genelinde kendiliğinden CHP’ye yönelmesini sağlamayacaktır. Ana muhalefet partisinin hükümetin muhafazakar politikalarına sadece utangaç eleştiriler yöneltebilmesi nedeniyle özellikle genç seçmenler nezdinde sandığa küsme ve umutsuzluk eğilimleri sık görülüyor. Nitekim, gençler arasında ülkeyi terk etme isteğinin yüksek oranlara ulaşmış olmasının bir önemli nedeni başta CHP olmak üzere muhalefet partilerinin seçmenleriyle aralarında oluşan kopukluk ve siyasi alternatifsizlik hissinin ayyuka çıkmasıdır. 2019 yerel seçimlerinde birçok büyükşehir belediyesini CHP’li adayların kazanması bu umutsuzluk havasını bir parça dağıtmasına rağmen ana muhalefet partisi ulusal ölçekte hala iktidarın karşısında güçlü bir alternatif haline gelemedi. Erken seçim tartışmalarının yapıldığı bir dönemde CHP yöneticilerinin seçim istemediklerini belirtmeleri aslında ana muhalefet partisinin bu ihtimal karşısında hazırlıksız olmasından kaynaklanıyor.
26-27 Temmuz'da pandemi nedeniyle yaklaşık 4 aylık bir gecikmeyle toplanacak CHP Kurultayı, ana muhalefet partisine otoriterleşen iktidar karşısında güçlü bir politik çizgi belirleme fırsatı sunuyor. Delegelerin kurultayda kimlerin seçileceği konusuna odaklanmanın yanında, AKP-MHP iktidarına karşı alternatif bir siyasi program ile otoriter rejimden çıkış yolları üstüne düşünmesi gerekiyor. Türk tipi başkanlık modelinin siyaseten ve ekonomik olarak çöktüğü şu ortamda, Türkiye’nin güçlendirilmiş parlamenter sistem ve geçim sıkıntısı çeken geniş kitlelere yönelik sol ekonomik ajandaya dayalı yeni bir siyasi vizyona ihtiyacı var. Güçlendirilmiş parlamenter sistem vurgusu CHP’nin başını çektiği muhalefet blokunu geniş tabanlı bir demokrasi platformuna dönüştürerekCHP’ye iktidar karşısında geniş bir oyun sahası açacaktır. Güçlendirilmiş parlamenter sistem CHP’ye bir taraftan prensiplerinden ödün vermeden sağ partilerle ilkeli seçim işbirliğine girme, öte yandan HDP’nin iktidar tarafından gayri-meşru hale getirilerek sistem dışında bırakılmasına karşı mücadele imkanı sunuyor.
Ana muhalefet partisi, uzun süre sonra ilk defa, kazandığı büyükşehir belediyeleri sayesinde kendisine oy vermemiş milyonlarca seçmene hizmet götürme ve kaynak dağıtma imkanı kazandı. Mesela, korona krizi esnasında hükümetin aldığı sağlık önlemlerinin ve dağıttığı yardımların yetersiz kaldığı noktada başta İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyeleri olmak üzere birçok CHP’li yerel yönetim iyi bir belediyecilik sınavı verdiler. Şimdi CHP’nin yapması gereken sosyal belediyeciliği ve yeniden dağıtım politikaları ulusal ölçekte iktidara getirmeyi taahhüt eden sol bir ekonomik program ile seçmenler karşısına çıkmak olmalı. Parlamenter sistem vurgusu, sol bir ekonomik program ve yerel yönetimlerde halkçı belediyecilik ile güçlendirildiği takdirde CHP, siyasi tarihi ve ideolojisi ile taban tabana zıt pozisyonlar almadan, AKP-MHP tabanından oy geçişkenliği sağlayarak iktidar yolunu açabilir.