“Dünyada hiçbir şey, ekilen irfan ve san’at tohumları kadar kuvvetli ve kıymetli meyva vermiyor. Aradan seneler geçiyor, bazan bu tohumlar çürüdü, kayboldu zannediyoruz, filiz vermiyor diye senelerce ağlıyoruz, ıstırap çekerek ölen arkadaşları gömüyoruz ve zaif bir anda ihtimal muvaffakiyetten bile şüpheye düşüyoruz, fakat sonra birden fışkırmış, canla, hayatla dolu muazzam eserler görünce anlıyoruz ki san’at ve irfan tohumunun yeşermesi için o topraklara göz yaşlarımızdan su, san’atkar ölülerinden gübre lazım.”
Ertuğrul Muhsin

İşin gerçeği şu: Türkiye’de sanatçılar topluma nasıl bir ahlak bırakıyorlar? Nasıl bir estetik miras bırakıyorlar? Bu toplumun geçmişi ile nasıl hesaplaşıyorlar? Kimse bunları dert etmiyor, sanatçılarımız büyük oranda uzlaşmış ve yıkıntılar içindeki bir kültürel miras içindeki bir moloz olmak onlara yetiyor.

Türkiye’de günümüzde hem edebiyatçılar hem de sinemacılar bir enkaz içinde çalışan insanlara benziyorlar. Eleştirmenler ise bu değerli enkazın içinden topladıkları parçaları müzayedelerde satmak için eşeleyen sanat simsarlarına benziyor. Bütün bu olup bitenler içinde, sanatın doğası ve sanatın toplumla ilişkisi üzerine kimse akıl yürütmüyor ve en çok ilkeler, değerler pazarda satılıyor.

Bugün toplumun geçmişiyle alakasız bir kültürel ortamımız var, kim ne yapıyor, nasıl yapıyor belli değil, her üretimin arka planında karanlık şeyler çıkıyor. Piyasayı da yöneten asıl unsur belli: Satış. Önce manevi değerler satılıyor, ardından da metalara dönüşmüş sanat eserleri.

Kimsenin asıl derdi yarınlara bırakacakları miras değil, yarını bugün için harcıyor ve bu mirası şimdiden çarçur etmenin derdindeler. Bu anlamda sinema dünyamız için söylenecek şey, sinemamızın içinden yakın zamanda bir direniş odağı çıkacağını sanmıyorum. Alışverişin doğasına ters bu. Alışverişte ilk önce Faust’lar Mephisto ile pazarlık yaparken ruhlarını sattıkları için geriye kalan miras eciş bücüş bir şeye dönüşüyor. Türkiye’de hangi iktisadi hangi siyasi kriz çıkarsa çıksın sonuçta ortada derin bir sessizlik var. Mesela bizim şeyhimizin durumunu ele alalım, gerçek anlamda uluslararası bir fenomen durumunda. Yaklaşık olarak çeyrek yüzyıldır durmadan kamuoyunun önünde konuşuyor, ama işin özeti söyleyip de bağlı kaldığı hiçbir ilke yok. Her şeyi altüst etti, her dediğini çiğnedi, bir portre olarak mükemmel bir roman ve senaryo konusu. Ama daha tık yok.

Yazılması ve çekilmesi gerekiyor, mükemmel bir konuya benziyor, aslında kayıtlar elimde olsa, en fazla üç ayımı alır. Ama şunu unutmayalım, Türkiye’de Faustlar Faust olmayı reddeden insanlar hakkında da Mephisto ile pazarlık yapıyorlar, sistemin en büyük kiri burada. Türkiye sanat dünyasına pek çok kavram kazandırdı, bu kavramların hiçbiri orijinal değil. Tümü dünya sanatsal mirasının eşelenmesinden çıkarılmış durumda, şöyle ki aslında sanatımızın 80 darbesinden sonra özelliği her şeyin taklidini yapmak ve büyük oranda “sahtesini” üretmek üzerine kurulu. Bu anlamda alınan ödüller de aynı işin bir parçası. Üretilen taklit eserler ile gelen uluslararası başarılar yüzümüzü güldürmekten daha çok, halkın büyük oranda ilgisiz kaldığı ve hatta bu eserler ile hayatı arasında bağ kuramadığı eserlere benziyor.

Peki, neden? Sanatçılarımız büyük eserler üretiyor da, halkımız mı anlamıyor? Yani sanatçımız büyük merhaleler kaydetti ve halkımız ise büyük bir gerileme yaşadı? Yani halkımız bu eserleri anlamazken, ileri Batılı dünya büyük bir ilerleme kaydetti, kendi kültürünü korudu ve sanata olan saygısını özenle devam ettirdi? İşte bu nedenle kendi ülkelerinde üretilmeyen, fakat özellikle doğudan (Türkiye’den) gelen eserlerin kıymetini mi biliyor?
Diyeceğim şu: Bu masallar söyleniyor ya da ima ediliyor, ama yerseniz!